Onu tanımak hayatımın milâdı olmuştu

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmed Feyzi Efendi’yi vefatının 21. senesinde rahmetle anıyoruz

Kendisini tanımayı hep hayatımın milâdı olarak gördüm ve inandım. Vakıa Risâle-i Nur’u biliyor ve okuyordum. Üstad Bediüzzamanı çok seviyordum. Lâkin Mehmed Feyzi Efendiyi tanıyınca âlemimde her şey yerli yerine oturmuştu. Ben Risâleleri de Hazreti Üstad Bediüzzamanı da onda tam mânâsıyla idrak etmiştim.

Zira o Risâle-i Nur hakkında “Risâle-i Nurları tekrar tekrar okumak lâzımdır. Sathî değil bütün duygu ve lâtifelerle teveccüh ederek okumalıdır ki her lâtife hissesini alabilsin” buyururlardı. Bize karşı o engin tevazusuyla olan teveccühleri henüz üniversitenin 1. sınıfında okuduğumuzda başlamıştı. Öğretmen olacağımız için bize çok değer veriyordu.

Feyzi Efendiyle görüşmelerimizin sayısı epeyce fazla… Üniversitede okurken mübarek evine giderdik. Cuma günleri de Hazreti Pir Şeyh Şaban-ı Veli Camiinde birlikte Cuma namazı kılardık. Ben onunla omuz omuza durup namaz kılmaya doyamazdım. Namazda okuduğu duâlar, bugün gibi zihnimde. Ma’lûm kendileri çok yüksek bir kıraat âlimi idi. Onunla kılınan namazda insanın adeta bu dünya ile bağı kalmazdı. Efendimizin (asm) “Es-salatü Mi’racül Mü’minin” hadisindeki mânâlar tebarüz ederdi. Öyle bir namaz kılışı vardı ki ancak yaşanır, anlatılmaz. Şu kadar söyleyebilirim ki ondan duyduğum Et-tehiyyatü lillahi cümlesi bana Üstad’ın “Bir abd namazında ‘Ettahiyyâtü lillâh’ der. Yani, ‘Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.’ İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir” beyanının namaz mi’racı içinde tahakkuku gibi geliyordu.

Mehmed Feyzi Efendi Cuma namazından cemaat dağılınca çıkarlardı. Teveccüh-ü nası asla istemezlerdi. Kendisini bekleyen mütevazi bir toplulukla bu türbe ziyareti yapılırdı. Evinde gayet şık ve yeşil kumaştan özel olarak dikilmiş cübbeye benzer sakosunun cebine hazırladığı sadakaları oradaki gariplere verirdi. Onlara ilgi gösterirdi. Son derece kibar ve nezihti. Hassasiyetin zirvesinde bir duruşu vardı. Yürüyüşü çok asildi. Ortadan az uzun boylu idi. Ama çok heybetliydi. Yanındakiler ne kadar uzun da olsalar onun heybeti ağır basardı. Gayr-i ihtiyârî nazarlar üzerinde temerküz ederdi. Hakikaten onu tanımak, onunla dua etmek, elini öpmek, himmetine mazhar olmak bize milât olmuştu. Kendimi yeniden doğmuş addediyordum. Allah ondan ebeden razı olsun.

***

Feyzi Efendi’den defalarca duyduğum ve hayran olduğum şu ifadesini de zikretmek istiyorum:

Kendilerine sorardım: “Efendim bize Üstadımızı ve onunla yaşadıklarınızı anlatır mısınız?” derdim. Söze derin bir ah çekme edasıyla başlardı. Ah çekmiyordu, ama o hava sesin tınısında derinlemesine gizliydi. Onu görenler bunu bilirler. Şöyle derlerdi: “Demler o demler, zaman o zaman idi.” Ve yine Üstad Bediüzzamandan aşk ve muhabbetle şöyle söz açarlardı: “O bir aslandı. Biz de yanında kedi yavruları gibiydik.” Yaşadığı zamanı Üstadla geçirdiği zamanlara nispeten yok sayar gibiydi. Tıpkı Ashab-ı Kiramın, Efendimizden (asm) sonra hayatı onunla geçirdikleri anlar olarak görmeleri gibi. Tıpkı Bilâl-i Habeşi’ye Efendimizden (asm) sonra bir daha ezan okutamadıkları ruh hali gibi.

Mehmed Feyzi Efendi sohbetlerine bizlere “Hele konuşuverin kardeşim…” diyerek başlarlardı. Sonra birkaç dakika sükût buyururlar ve ihtiyaçlarımıza binaen tenvir ve irşad-ı ma’neviyelerine başlarlardı. Arada sükût buyurduklarında da biz sual sorardık.

Kendisiyle görüşmelerimizin üzerinden geçen yirmi yılı aşkın zaman bana onun her sözünün aslında Üstad Bediüzzaman’ın icmalen söylediklerini tafsilen izah etmesi olarak gözüküyor.

O bir allame-i zaman idi. Ve Kur’ân’dan tereşşüh eden bu sözleri izah ediyordu. Son nefesine kadar Nur dairesinde hizmet etmesi ve özellikle Üstadımızı anlatmalarını istediğimizde ruhunun bütün fakülteleriyle seneler öncesine gidip:

“Demler o demler, zaman o zaman idi. O bir arslandı, biz ise yanında kedi yavruları gibiydik”beyanı onun gerçek şahsiyetini gösterir. Risâlelerdeki yerine bakıyor, eserleri okuyor, ilmi dehasını biliyorduk, ama Mehmed Feyzi Efendi böyle söylüyordu. Bu sözlerini kendisinden defaatle işittim. Her söyleyişinde kendimi tarttım. Biz de ilim yok, irfan yok kendimizi ne sanıyoruz? Bak bu zat büyük bir ilim adamı, ama Üstad karşısında kendini nasıl tavsif ediyor diyordum. Onun en çok da derinden bir iç çekerek Üstad Bediüzzaman’ı tarifine bayılırdım. Bu sebeple her ziyaretimde bu sözleri yine ve yeniden duymak için elimden geleni yapardım. Onun sözleriyle, anlatımlarıyla Risâlelere daha bir sadakatle bağlanırdım.

***

Okuldan memleketime geldiğimde münzevi yaşayan Üstad’ın eski talebelerinden Mustafa Osman Efendiyi ziyaret ederdim. Kastamonu’da okuduğumu söylediğim ilk ziyaretimde bana Mehmed Feyzi Efendiye selâmını götürmem görevini vermişti. İşte o selâmını götürdüğüm ziyaret benim en unutamadığım ziyarettir. O gün bir başka kabul edildim o huzura. İçeri girdim. Daha selâmı söylemeden bu hale muttali olduklarını anladım. Yine de selâmı söledim. “Ve aleyküm selâm” deyişleri dilden ziyade kalbin lisanı ileydi. Dili, kalp ve ruhuna tercüman oluyordu. Ben böyle bir teatiyi selâmı bir daha hiç yaşamadım. Bu hal bana Hz. Üstad’ın Mektubat kitabındaki “Aziz, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim. Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler” beyanlarını o zatların her an yaşadıklarını öğretti. O mübarek zatlara zaman ve mekân ma’ni olmuyordu. Uzakta da olsalar birbirlerine yakın idiler.

Kendisine yaptığımız son ziyarette bize gelecek günlerin çok güzel olacağını, kendisinin bunu göremeyeceğini, ama bizim göreceğimizi ifade etmişti. Bu minval üzere bir sohbetle adeta bizi ma’nen doyurmuşlardı. Vedalaşıyor gibi bir halleri vardı. O zaman anlayamamış, idrak edememiştik. Bir zaman sonra vefat haberiyle sarsılınca bu halini tam mâ’nâsıyla kavradık. İşte bu ziyaretimde ellerini uzun uzun tutup öpmüştüm, simasına doyasıya bakmıştım. Önceki ziyaretlerimde bu keyfiyette olmamıştı. Demek böylece vedalaşmış bizimle… Yine bizden dua istemişlerdi. İçimizde bir buruklukla sanki yanından ayrılmak istemiyormuş gibi bir halle ayrılmıştık. Allah Feyzi Efendi’den ebediyen razı olsun. Amin.

Bu denizden bu katreyle iktifa ederek onunla olan hatıratıma dair bu yazımı, kendisi için yazdığım bir akrostiş çalışmasıyla bitiriyorum:

MEHMED FEYZİ

Mübarek siman hep nurlar saçar

Elinde Kur’ân hem de hadis var

Hizmetin âlîdir delili Nurlar

Mimsiz medeniyeti etmiştin inkâr

Ey âşık-ı Bediüzzaman, sensin ona yâr

Diyordun hep bizlere: Ukbadır diyar.

Fena bulup fani oldun nurlar içinde

Ermiştin zaten kemâle pirler içinde

Yârânın Bediüzzaman’dı demler içinde

Ziya buldun nur saçtın zaman içinde

İlminle irfanınla kullar içinde…

YILMAZ DİNÇ

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*