Övgüden hoşlanmak

İnsanın mânevî melekelerini öldüren, iç dünyasını yavaş yavaş harap eden bir hastalık da övülmeyi, medhedilmeyi sevmektir. Sürekli böyle bir arzu ile yatıp kalkmak tedavisi zor bir kalp marazıdır. Temelinde enaniyet, kibir, gurur bulunan bu maraz daha çok İslâm düşmanlarında, münafık ruhlarda görülen bir durumdur.

Bu tip insanlar yapıp ettiklerinden başka, yapmadıkları, sahip olmadıkları vasıflarla, lâyık olmadıkları makamlarla övülmeyi arzularlar. Bulunduğu her zeminde ayrı bir hâl ortaya koyarak, övülmeyi, methedilmeyi bekleyen, çok halis ve müttakî görünüp, bu görüntüsünden ve yalan-yanlış bilgilerinden dolayı takdir edilmeyi bekleyen münafık ruhlardan başka; iman problemi olan, Cenâb-ı Hakk’ın takdirini ve ahiret meyvelerini yeterli bulmayıp, insanların övgülerini ve dünyevî lezzetleri arzulayan bazı Müslümanlarda da bu hastalık görülmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de övülme, methedilme arzusu küfür ve nifak sıfatlarından sayılmıştır. Fakat bu hastalıktan kurtulamayan Müslüman tipleri de âyetlerdeki ihtara ve tehditlere dahildir.
Yaptıklarıyla gururlanmak, yapmadıklarını bile yapmış gibi gösterip övünmek aslında nefs-i emmarenin esaretinde olanlarda ve şöhretperestlik meyilleri fazla olanlarda daha çok görülebilecek bir hastalıktır. Bu tip insanların düşüncelerinin derinliklerinde hep üstün vasıflara sahip oldukları, özel oldukları düşünceleri hakimdir.
İnsanın kendini tanımaması, kusur ve hatalarıyla yüzleşip muhasebe yapmaması, geldiği noktanın birikimlerini, sıkıntılarını kazanmadan, hazmetmeden gelmesi, en önemlisi de sahip olduğunu düşündüğü vasıfların aslında Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı olduğunu, O’nun isim ve sıfat tecellilerinden başka olmadığını anlayacak kadar imanî bir olgunluğa gelememesi, insanda bencil, narsist, şöhretperest, övgüden hoşlanan ruh hallerini netice verecektir.
Oysa, hakikî mü’min, tevazu sahibi ve mahviyet halindedir. Mü’min, halkın karşısında duruşundan ziyade Hakkın karşısında gerçek yeri neresidir mülâhazası içindedir.
Meselâ, Peygamber tedrisinde ders alan Hazret-i Ebubekir, onu övenler olduğu zaman, utancından kıpkırmızı olur ve şu duâyı yapardı: “Rabbim! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Ey âlemlerin Rabbi! Halkın bende zannettiği iyilik ve faziletleri bana nasip et; insanların bilmedikleri günahlarımı da bağışla. Söyledikleri güzel sıfatlardan dolayı kendini beğenmişlik ve gurur gibi tehlikelere düşmekten beni koru.” Demek ki mü’mince tavır, övgüler, medihler karşısında hoşlanmamak, kendini beğenmemek, “Bu sözleri duâ olarak kabul buyur” diyerek, asıl methüsenayı Cenâb-ı Hakk’a vermektir.
Bediüzzaman’ın, “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” sözü, Peygamberi bir ahlâkın yansımasıdır. Çünkü hiç övülmeyi istememek ve hatta bundan rahatsızlık duymak bir seviye meselesidir. Mü’min olarak çizginin ve istikametin kaybedildiği nokta, şevk ve gayrete gelme noktasındaki beklentilerinin gurur ve enaniyete hizmet noktasıdır. Yani bazı insanların şevk ve gayretleri insanların takdirleriyle beslenmektedir. İşte bu nokta, yani başkalarından takdir ve övgü beklentisi, insanın çizgisini ve istikametini kaybetmeye yakın olduğunun veya tehlike sınırında olduğunun bir göstergesidir. Çok ince bir hat olan enaniyet ve hikmet, enaniyet ve şükür, enaniyet ve tahdis-i nimet çizgisi şeytanın desisesiyle her an değişebilir.
Medih ve övgüler karşısında insan kalbinin hep bir uyanıklık halinde olması gerekir. Aksi halde insan nefsine uyar, kendini gaflete ve beğenme gibi hallere salarsa, övgü ve medihler ayağını kaydırabilir. Bu da Allah muhafaza, amelin ruhu olan ihlâsı kaybetmeyi netice verir. İhlâsın kaybı ise, bir iflâs halidir.
Hakikî bir mü’min, hakkında övgüler, medihler ve senalar işittiği vakit, sevinmediği gibi, yerildiği zaman da üzülmemelidir. Zira yerildiği zaman üzülen kimse, övüldüğü zaman da sevinen bir ruh halindedir.
İnsan kendi nefsi muhasebesini kendi iç dünyasında bir derece daha kolay yapabilir. Fakat problem ve yanlışlarını bir başkasının dilinden duymak, hazmetmek çok zor bir durumdur. Mü’mince tavırlar veya oturmuş mü’min ahlâkı, zaten insanın ilk anda verdiği tepkilerle ölçülür. Aynı şekilde övgüyle karşılaştığı zaman da insanın hemen bir iç muhasebe yapıp, övgüleri bir tahdis-i nimet suretinde telakki edip, Cenâb-ı Hakk’a karşı şükre vesile olması ve övgülerden hoşlanmaması, mü’min ahlâkının ilk verdiği tepki olacaktır.
Meselâ, Bediüzzaman, Mektubat’ta, gıyabında tezyifkârane sözler söyleyen, hakaret eden birisine, şöyle düşündüğünü ifade eder; “Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardım etmiş olur. Eğer yalan söylemişse, bu da beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.”
Ayrıca bir gün bir talebesi, “Bu muhteşem eserlerin müellifi olan zat, elbette büyük bir zattır” diye içinden geçirir ve hayranlıkla Üstada bakar. Bunu gören Bediüzzaman, “Bana makam vermeyin.” diyerek, talebesini ikaz eder ve nazarları şahsına değil, Kur’ân hakikatlerine çevirmeye çalışır.
Hâsılı, insanın yapıp ettikleriyle övünmesi, övgü beklentisi, üzerinde taşımadığı sıfatların bile kendisine atfedilmesine sevinmesi, küfür ve nifak sıfatlarıdır. Bu, kalbi hastalandıran, insandaki birçok iyi hasleti öldüren bir durumdur. Bu marazın ilâcı da, ihlâs düsturlarını yaşamak, mü’min ahlâkına ve düşüncesine ulaşmak, asıl hedefin Cenâb-ı Hakk’ı razı etmek olduğunu düşünmek, nefsin emmâre olduğunu unutmamak, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı olduğunu bilerek şükretmektir.
{mosmodule module=imza-gulistannejat}

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*