Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır

Rabbenâ efriğ aleyna sabren.1
“Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır.”

İman edip, tevhide teslim olmuş yüreklerin yakarışıydı bu… Ve devamında son noktayı inkıyadî bir ruh haliyle koyuyordu:

“Ve teveffenâ müslimîn.”
“Ve Müslüman olarak canımızı al.”

Günümüzden yaklaşık 3500-4000 yıl evvel, zulmün ve kibrin karşısında Nur-u Tevhid’e, Kudret-i Ezeliye’ye, Rahmet-i Rahman’a, Sadıku’l-Vadü’l-Emîn’e, Ezel ve Ebed Sultanı’na olan itaat ve inkıyâdın semeresi olmuş bu münacat.

Asa-yı Musa’nın (as) sebepler perdesini yırtıp, fizik kurallarının Kâinat Sahibi tarafından has kulu için muvakkaten askıya alınması neticesinde; Firavun devrinin sihirbazları ehadiyet sırrına tevhid nuru içinde, aynelyakîn şehadet ediyorlardı.

Ne Firavun’un tehditleri, ne de işkenceleri onları iman ettikleri Allah’ın (cc) yolundan döndürememiş, Rahman’a teslim olmuşlardı.

Asırlar değişse de insan değişmiyor; iman ve sadakat hep imtihan ediliyordu.

Mahiyeti itibariyle insan fıtratına derc edilmiş olan akıl, kalp, ruh, göz, ene, muhabbet, korku, nefret gibi maddî ve manevî cihazatlar da, keyfe keder bir kullanım için değildi elbet!

Yüzyıllar boyunca insanlığa gönderilen her peygamber, yaradılışın gayesini, maksadını, hikmetini bildiren bir rehber oluyor; mezkûr âletlerin, cihazatların adeta kullanım talimatını yaşarken gösteriyordu.

Ve iyi ile kötünün; doğru ile yanlışın; karanlık, zulmet ile ışığın, aydınlığın, nurun mücadelesi başlıyordu…

Her devrin Firavunu başkaydı elbet!

Lâkin nefislerine değil, Rablerine iman edenler; ete-kemiğe bürünüp, kendi saltanatları, ideolojileri için kendilerini ve sahip oldukları güçleri değil; umum kâinat O’nun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrinde olan Mülkün Gerçek Sahibi olan Kadir-i Layezal’i mabud edinmişlerdi.

La ilahe illallah dâvâsında olanlar zulme, adavete, nefislerine karşı en etkili, en kesin silâh olan duâ ve tevekkülü ele almışlardı.

İster kollarını ve ayaklarını çarpraz kessinler, ister mancınıkla ateşe atsınlar yahut kızgın kumlar üzerinde işkenceler; hem belki soğuk zindanlarda zehirlemeler, her yer darağacı olsun ferd ferd asılsın sonuç değişmezdi.

Ne gam vardı, ne keder…
Ne darlık vardı, ne de korku!
“Hasbünallah ve ni’me’l-vekil” değil mi ki Allah (cc) ne güzel vekildi. Ve o inanana yeterdi!
Firavun her zaman ete-kemiğe bürünmüyordu elbet.

Adına “Enaniyet” dediğimiz, Batı kültüründe “ego” olarak tanımlanan; insana emaneten verilen akıl, ruh, kalp, hayal gibi maddî ve manevî bütün varlık, hissiyatın kişinin kendi malıymış, gerçek sahibiymiş gibi sahiplenip, gururlanması ve elbet kibre kapılmasıyla iç dünyasında kendi firavununu oluşturuyordu.

Sonuç; elbet enaniyetten tecerrüd edilmediğinden heva ve hevesler mülkün gerçek sahibinin yolunda, rızasında kullanılmıyor, benlik-ego hızla kontrolden çıkıyor; firavunvari bir dünyaperestlik ve süfliyat ortaya çıkıyordu.

Binlerce yıl evvel Firavun’un zulmüne karşı Allah’a teslim olmuş, nur-u Tevhid yolunda şehadete ermiş Müslümanların yakarışı bugün bize neyi anlatıyor ki?

En net haliyle bizler bu ayetin neresindeyiz?

Nefsimizin ve nefislerin firavunluğuna karşı muhtaç olduğumuz sabır kuvveti belki de bu münacatın içerisinde saklıdır.

Öyle ya da böyle; yaşadığımız içtimaî-sosyal hayatın içerisinde hergün farklı olaylar, farklı mizaçlar, farklı tepkilerle karşılaşırız.

Kur’ân’ın dellâlı, Sünnet-i Seniyyenin hem ittibaı hem ihyası için hadim olmuş Risale-i Nur; karşılaşılan her menfî durumda şahıs veya toplum bazında, Cenâb-ı Erhamü’r-Rahimîn’in Ğafur ve Rahim isimlerinin melce ve tahassüngâh yapılarak şeytandan istiaze edilip, kuvvet bulmanın zor olmayacağını beyan eder.2

“Ve teveffena müslimîn.”
Ve Müslüman olarak canımızı al!
Bütün dâvâ bu değil mi zaten?
Rıza ve memnuniyeti kazanma ve kaybetme dâvâsı..
Bakî ve daimî bir mülkü kazanma veya kaybetme dâvâsı..

“Sen üç sabır ile mükellefsin” der Üstad Bediüzzaman. “Birisi:Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musîbete karşı sabırdır.”3

İbadetleri kesintiye uğratmadan, itaat üzere, güzel ahlâkla bezenmiş kulluk üzere sabır.

Şeytanın ve yardımcılarının—velev ki insan kılığına girmiş olsalar—hilelerine, vehimlerine sabır.

Fena sözlere, çirkin tavırlara, kibirli davranışlara sabır.

Günah işlememeye, zehirli bal hükmünde olan nefsin isteklerine karşı sabır.

Musîbete, sıkıntıya sabır… “Bu da geçer Ya Hu” demek. Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır’ı (as) tahattur etmek, zahirine göre karar vermemek, hikmete itimat, tevekkül etmek…

Kur’ân âyetlerinin bulunduğumuz asra, içinde yer aldığımız topluma, içtimâî şartlara bakan yönlerini Risale-i Nurların rehberliğinde gayet sarih ve fasih bir surette görmek, anlamak ve dahi yaşamak mümkün.

Cadde-i Kübra-yı Kur’âniye olan mesleğimiz; ilmelyakin bildiğimiz sabrı aynelyakin ve hatta hakkalyakin bir surette yaşayıp, dalâlet yolları ve zulumat tarikleri içinde sırat-ı müstakimi göstererek “Emredildiğin gibi dosdoğru ol”4 emrini imtisal edecek demektir.

Rabbimiz! İman ettikten sonra dalâlete düşmekten; yaşamadığımız, fayda vermeyen ilimden; aramıza nifak ve şikak girmesinden; kibir ve riyadan Sana sığınırız.
Bizleri affet! Merhamet et. Güçlüklere ve sıkıntılara karşı:

“Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al.”


Dipnotlar:

1- Araf Sûresi: 126.
2- Barla Lâhikası (Suretü’l-Felak ve Nas’ın 5. İşareti)
3- 21. Söz.
4- Hud Sûresi, 112. âyet.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*