Rahmet-i Rahmana kavuşan bir asil Demokrat

Gıyasettin Emre
Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve arkadaşlarının “demokrasinin Kerbelâsı” Yassıada’da idam edilişleri cinâyetinin sene-i devriyesinde Aydın Menderes’i Ankara’daki evinde ziyaret etmiştik.

Aydın Menderes, 10-15 yaşlarında bizzat şâhid olduğu olayları anlatırken zaman zaman Demokrat Parti milletvekillerinden Giyasettin Emre’nin hâtıralarına atıfta bulunuyordu.

 
Sohbet, özellikle Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle başlayan, imam hatip okulları, Kur’ân kursları ve yüksek İslâm enstitülerinin hizmete açılmasıyla devam eden, din derslerinin okullara konulmasıyla desteklenen Menderes ve Demokratların dine hizmetleri, din eğitimi ve öğretimine önem vermeleri üzerinde odaklandığında, yakın tarihin demokrasi mücadelesinin destanı olan kahramanca, hâdiseler, Emre’nin hâtıralarıyla te’yid ediliyordu.

Menderes’in Yavuz Sultan Selim gibi Topkapı Sarayındaki Peygamberimize ait Mukaddes Emânetleri abdest alarak büyük bir tâzim ve ihtiramla bizzat sırtlayıp taşıması ve karşısında elpençe divan durup duâ etmesi; o mekânda günün 24 saatinde Kur’ân okutması ve yine tıpkı Yavuz gibi hâfızlar eşliğinde Eyüb Sultan’a taşıması düşüncesi sohbetin konusu olduğunda, hep Gıyasettin Emre’nin hâtıraları sözkonusu olmuştu.

Gıyasettin Emre’nin hayatını demokrasiye, milletin inanç ve mânevî değerlerinin pâyidar olmasına adayan Başvekili merhum Menderes misâli, ömrünü demokratik mücadeleye, inanç ve değerlere hizmette geçiren, hâdiseleri bu nazarla değerlendirip ilerlemiş yaşına rağmen heyecanından ve cehdinden bir şey kaybetmeyen bir Demokrat oluşu, Bedüzzaman’ın Menderes’e ve Demokratlara duâsının açık bir tezâhürü idi…

BEDİÜZZAMAN’LA MENDERES ARASINDAKİ İRTİBAT HATTI…

Aydın Menderes’le vefat yıl dönümünde anma amacıyla yapılan sohbette teberrüken okuduğumuz ve “Fâtihası”nı Bedüzzaman’dan Menderes’e ulaşan mânevî irtibat hattında bütün Nur talebelerine ve Demokratlara ithafta bulunduğumuz “Sayın Adnan Menderes!” hitabıyla başlayan “Demokrat Nur talebeleri” imzalı lâhika mektubu, merhum Menderes’ten Emre’ye uzanan doğru yolda âdeta bir “beraat” belgesi olmuştu.

Mektuptaki, “Bütün gâyesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bediüzzaman gibi mübârek ve muhterem bir zâtın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımız Bediüzzaman’ı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş” cümlesi, dünden bugüne Nur talebelerinin siyasî tesbit ve istikametlerinin hâdiseler nezdindeki ispatının özlü ifâdesiydi.

Merhum Menderes’e, “Sizin gibi, ‘Dinin icâplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekili ve Demokrat Partisiyi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle desteklediği”ni bildiren paragrafı, bütün şaşırtmalara rağmen şaşırmayan ve siyasî müşevveşiyete meydan vermeyen Nur talebelerinin haklılığının açık ikrarıydı. (Emirdağ Lâhikası-II,422-423)

Bediüzzaman’ın altı bin sahifeyi aşkın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatının te’lifi ve neşriyle, iman ve Kur’ân hizmetiyle vazife-i hakîkiye”yi yaparken, “vatan, millet ve din nâmına mükellef olduğum büyük vazife” dediği ve “bilmemenin bir özür teşkil etmediği” ictimaî ve siyasî tesbit ve hizmetlerinin açık bir nişânesiydi… (Tarihçe-i Hayat, 490)

Ve Menderes’e “İslâm kahramanı”; dâvâ arkadaşı Demokratlara “İslâmiyete ciddî taraftar mühim zâtlar” övgüsünün işâretiydi. (Emirdağ Lâhikası-II, 449)

MÜLÂKAT, “TÂZİYE” YAZISINA DÖNÜŞTÜ

Gıyasettin Emre ile daha önce defalarca arkadaşımız Mehmet Kara ile yaptığımız “Başkent Sohbetleri”nden iktibas edilen hâtıralarla tahkim edilen sohbetin 17 Ramazan’a denk gelen 17 Eylül’de “Aktüalite”de özetlenip yayınlanması üzerine, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden birçok okuyucumuz aramış, çoktandır rahatsızlığı sebebiyle ara vermek durumunda kaldığımız Gıyasettin Emre’yle röportajların devamını istemişti.

Doğrusu, aktüel siyasî ve sosyal olayları Menderes’ten, Demokrat Parti’den Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi’ne ulaşan çizgide yakın tarihin ibretli hâdiseleriyle yorumlayan Gıyasettin Emre’nin dünyevî gelişmeleri mânevî mâverayla mezcedip tesbit ve tasdik ettiren sohbetini biz de özlemiştik.

Bundandır ki en son Keçiören’de bir özel hastanede ziyaret ettiğimiz Emre’yi bayram sonrası yeniden ziyaret edip hem okuyucularımız adına geçmiş olsun dileklerimizi iletmek, hem de günümüzde gündem karartmasına tutulan siyasî keşmekeşi aydınlatacak demokrasi mücadelesi ve kararlılık dersleriyle dolu hâtıralarından bir demet derlemeyi plânlamıştık.

Ardından Bediüzzaman’ın Hicrî vefat yıl dönümü olan Ramazan’ın 25. gecesinde Şanlıurfa’daydık. Ramazan’ın mânevî bereketiyle bollaşan ulvî atmosfer içinde peşinden gelen Kadir Gecesi, Arefe ve Bayram günlerinde Anadolu’nun bir çok bölgesi gibi uzun zamandır kuraklıkla kavrulan Urfa’da rahmet üstüne rahmet yağdı. Bediüzzaman’ın târifiyle “taşı ve toprağıyla mübârek olan Urfa ve havalisi”, camilerinden yükselen ezân ve Kur’ân sesleriyle mânevî rahmete de mazhar olmuştu.

“Urfa Mevlidi”nde Dergâh’ın avlusunda münâcât ve duâlarla başlayan, dershanelerde “Leyle-i Kadirde kalbe gelen hakikat”la ve Hutbe-i Şâmiye’deki “İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve imâniye olacak” müjdesiyle okunan derslerle devam eden “Âlem-i İslâmın büyük bayramı”nın “Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle beklentisi” ve ümidi, bir diğer “rahmet” haberiyle buluştu; Gıyasettin Emre’nin Rahmet-i Rahmana kavuştuğu haberi ulaştı…

Ne çâre ki artık “Gıyasettin Ağabey”le yapacağımız mülâkat bir “tâziye” yazısına dönüşecekti. Bayram sonrasına te’hir edilen görüşme ve “son röportaj!” Bayramın son gününde sanki bir başka âleme ertelenmişti. Biz de Demokratlara, dostlarına, yakınlarına “son röportaj!” yerine tâziyetlerimizi sunmak kalmıştı…

BÜTÜN ENDİŞESİ, DEMOKRASİ VE MİLLET DÂVÂSI İDİ…

Hâdiselere tıpkı Menderes’le arasında irtibat kurduğu Üstadı Bediüzzaman gibi “vatan, millet ve İslâmiyet nâmına” bakan Gıyasettin Emre, yaşlı ve hasta haliyle dahi Türkiye’nin gündemini, demokrasi ve mânevî hizmetlere dair gelişmeleri büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla tâkip ederdi. Arkasından yakın tarihteki birçok olaya ışık tutan demokrasi mücadelesinin panoraması yüzlerce yazı, dizi dizi röportaj, yakın siyasî tarihin şeref levhası ve ibret vesikası hâtıralar bıraktı.

Zira o millet irâdesini demokratik dirençle söz sahibi yaparak “Yeter artık söz milletindir” diyen, demokrasi mücadelesini inanç ve mânevî değerlere hizmetle tâçlandıran, kendi tâbiriyle, “rey’in ‘nâmus’ olduğu, şimdiki gibi ‘para’ olmadığı” asil bir nesle mensuptu. Dâvâsı uğruna her türlü ezâ ve cefâyı göze alan fedakâr “Demokratlar”dandı. Zulme uğrayan Demokratlarla beraber ikibuçuk yıl Yassıada’da altı ay Kayseri Cezaevinde yattı…

Bir asra yaklaşan hayatı boyunca o hep, Türkiye’nin önünün demokrasi katili darbelerle kesilmemesini, Demokrat Parti ve Adalet Partisi döneminde yapılan barajlar ve fabrikaların aynı hızla devam etmesi, maddî ve mânevî kalkınmanın önünün kesilmemesi halinde Türkiye’nin çok daha ileri bir seviyede olacağını söylerdi.

Tek kaygısı, demokrasi ve mânevî hizmetlerin önünün kesilmesiydi. 27 Mayıs ihtilâlini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül darbesini ve 28 Şubat “postmodern darbesi”ni yaşamıştı. Darbelere ve demokrasi dışı dayatmalara karşı bir ömür boyunca hep tavır almış, mücadele etmişti…

Sanki Bediüzzaman’ın vefâtından önce, “Kalbe ihtar edilen ictimaî hayatımıza âit bir hakikat”taki, “dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar” mânâsı onda tecelli etmişti. Demokratlara, “maddî ve mânevî câzibedar nokta-i istinad (dayanak noktası) olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa (…) Halkçılar ırkçılığı elde edip, sizi mağlûp etmeye bir ihtimâl-i kavî (kuvvetli bir ihtimalle) hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum” ikazındaki “telâş” âdeta ona yansımıştı.

Bütün endişesi, Bediüzzaman’ın “ihtimal- i kavî” ile haber verdiği demokrasi dışılığın yeniden dayatılması idi. Telâşı, dâvâsı buydu. Meselesi, millet irâdesinin üstünlüğü, demokrasi, hak ve hürriyetler içinde mânevî hizmetlerin yapılması idi…

“SAİD’İME KARIŞMA! İLERDE İSLÂMA BÜYÜK HİZMET EDECEK”

Aslında Gıyasettin Emre’nin Bediüzzaman’la kadim dostluğu dedesinden tevârüs eder. Dedesinin Bediüzzaman’a ihtimamı ve babasının tavsiyesiyle başlar. O günden beri Bediüzzaman’la “dede dostu” ve “baba muhibbi”dir…

Derin bir hürmet içinde dostluk şöyle başlar: Genç Said, 1889’da henüz çok genç yaşlarda medresesine gittiği Gıyasettin Emre’nin dedesi Molla Fethullah’ın sorduğu bütün kitapları “bitirdim” cevabını verince, hayretine karşı şunları söyler: “İnsan başkasına karşı kendini büyük göstermek için hakikati gizleyebilir. Fakat babadan daha muhterem olan hocasına karşı ancak gerçeği söyler. İsterseniz söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz.”

Hangi kitaptan sorsa cevabını alan Molla Fethullah, “Pekâla, zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makam-ı Harîrî’den birkaç satırı iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” diye kitabı uzatır. Genç Said’in kitabın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzedip ezbere okuduğunu gören Molla Fethullah, “Zekâ ile hıfzın bu şekilde aşırı derecede bir kimsede toplanması nâdirdir” diye takdirini belirtir.

Ardından İbnü’s-Sübkî’nin dört mezhebin fıkıh usûlünü beyân eden Cem’ül Cevâmî kitabını da günde bir iki saat çalışmakla bir haftada ezberlemesi üzerine, Genç Said’in hâfıza ve zekâsına hayran olan Molla Fethullah, bu dahî genci Hicretin üçyüz senesinde yaşayan Bediüzzaman-ı Hemedanî isimli zâta benzetir; ilk olarak kendisine “Bediüzzaman” diye hitap eder.

Bediüzzaman, bu hâdiseyi yarım asır sonra isimdaşı Bediüzzaman-ı Hemedanî’nin “hârika zekâveti ve kuvve-i hâfızâsı”na işâretle, “Elli beş sene evvel üstadlarımdan Siirtli Molla Fethullah, Eski Said’i ona benzeterek, onun ismini bana vermiş” diye belirtir. (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Necmeddin Şahiner, 62-66)

Onbeş – onaltı yaşlarında bulunan Bediüzzaman, bedenen pek çevik ve metîn olduğu gibi, “Saidü’l-meşhur” lâkabıyla yâd edilir. Kendisiyle güreşte yarışmak ve ilmî münâzâra etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır olduğunu ve sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ta o zamandan ilân eder.

Bediüzzaman’ın şöhretinin Siirt ve muhitte şuyû bulması üzerine Molla Fethullah ulemaya, “Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilâtevakkuf cevap verir. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek, pekçok metheder. Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman’ı dâvet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilâtereddüt cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakar. Sanki kitaba bakıyor gibi okuyarak cevap verir. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın hârikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena etmek durumunda kalır. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyûllah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakar. (Tarihçe-i Hayat, Sayfa 34)

“ÜSTADIMIN TORUNU GELECEK, BENİ ZİYARET EDECEK…”

Bunun içindir ki Molla Fethullah’ın medresesinde ders veren büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim’in bir gün Hocaya hitaben, “Kurban, nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir ders verip geçiriyorsunuz? Çok zeki ama böyle olunca şımaracak” itirazı üzerine Molla Fethullah Efendi, “Sen benim Said’ime karışma! O ilerde din-i İslâma büyük hizmetler edecek” diye cevap verir. (Son Şahitler, Necmettin Şahiner, C.II, 49-60)

Ve yine bunun içindir ki Gıyasettin Emre, ilk olarak milletvekili seçildikten sonra Ankara’ya gitmek üzere pederiyle vedalaşırken, “Gittiğin zaman mutlaka benim yerime Bediüzzaman’ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir” tavsiyesini alır.

Demokrat Parti milletvekillerinden Said Köker ve Ekrem Ocaklı’yla birlikte Emirdağı’nda on beş günden beri rahatsız olan ve kimseyi kabul etmeyen Bediüzzaman’ı ziyaret etmeye gittiklerinde, kapıya varır varmaz genç bir Nur talebesi, “Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor” der. Gıyasettin Emre ve arkadaşları hemen huzura kabul edilirler.

“Ben çoktan beri rahatsızdım. Fakat sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nerden bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip beni ziyâret edecek” diyen Bediüzzaman, “Gıyas! Gıyas!” diye kendisini kucaklar. Öğle namazını beraberce kılarlar, ikindi namazından sonra ayrılırlar. Ancak arabalarının tekerleri peşpeşe patlar, bir türlü Emirdağ’dan çıkamazlar. Çünkü Üstad, “Sabah namazından sonra Gıyasettin bana gelsin!” demiştir…

EMRE’NİN ANLAMLI BİR HÂTIRASI…

Bediüzzaman, birçok lâhika mektubunda belirttiği gibi, Ezân-ı Muhammedînin ilânının Demokrat Parti’ye büyük bir mânevî kuvvet hükmüne geçtiğini açıkça belirtir.

“Evet, Nur talebelerinin siyasetle alâkaları olmaz. Yalnız îman hakîkatlarıyla bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdâd-ı mutlakla mâsum ve mazlûm Nurcuları ezdiler” tesbitini yapan Bediüzzaman, “İnşaallah bir sebep çıkar o istibdâdı kıracak” niyâzından sonra, “Demokrat çıktı, bir derece kırdı” notunu düşer.

Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un mütecâviz dinsizlere karşı haklı tarafa “yardımcı” olduğunu, “dost olduğunu” ve “ihtiyat kuvveti” hükmünde bir “nokta-i istinad” olduğunu yazar.

Gıyasettin Emre’nin anlattığı Yüksek İslâm Enstitüleri Kanununun çıkarılması hâtırası, bu açıdan Demokrat Parti’nin dine ve din tedrisatına verdiği hizmetin açık göstergelerinden biri. Emre bu meseleyi şöyle anlatır:

“1958’de Yüksek İslâm Enstitüsünün kurulması ile ilgili milletvekillerinden bir yasa tasarısı geldi. Tasarı Meclis’e hazırlanıyor, hangi bakanlığı ilgilendiriyorsa o bakanlığa gidiyordu. O bakanlık o tasarı üzerinde çalışmalar yapıyor, gerekirse bazı düzeltmelerde bulunuyordu.

“Milletvekili olduğum dönemde hep Maarif Encümeni’nde (Millî Eğitim Komisyonu) görev yaptım. Bu teklif yapıldığında Ağrı Milletvekili Celâl Yardımcı Millî Eğitim Bakanı idi. Bu teklif Bakanlığa gidip döndüğünde bazı değişikliklerin yapıldığını gördük. Teklif ‘Yüksek İlâhiyat Enstitüsü’ olarak Komisyona geldi.

“Meclis Maarif Encümeni Başkanı Rize Milletvekili Ahmet Morgül’dü. Morgül’e, ‘Biz Yüksek İslâm Enstitüsü olarak teklif etmiştik. Eğer İlâhiyat Enstitüsü ise zaten İlâhiyat Fakültesi var. Meselâ, burada iki tane Alman karı-koca öğretim üyesi var. Biz bu şekilde teklif ettik ki, burada Müslümanlar ders versin. Burada İslâm öğretilsin’ dedim.

“Komisyonda görüşmeler yapılırken Demokrat Parti’nin komisyon üyeleri CHP’li milletvekilleri ile birleştiler. Ahmet Morgül’e, ‘Bunu te’hir ettir’ dediler. Morgül, ‘Ben nasıl te’hir edeyim? Komisyon üyeleri söz alsınlar, konuşsunlar, vakit geçsin, te’hir edeyim’ diye bir taktik uyguladı.

“Ben komisyon salonundan ayrılıp iki profesör milletvekili ile karşılaşıp komisyonda konuşmalarını istedim. Bu milletvekilleri Rize Milletvekili Osman Turan ile Hamdi Ragıp Atademir’di. Bu iki milletvekili konuşmaya başladılar, konuşmalar uzayınca komisyon toplantısı da ertelendi…

“MENDERES YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜLERİNE SAHİP ÇIKTI…”

Daha sonra Demokrat Parti’den meseleyi tâkip eden 12 milletvekiliyle Menderes’i ziyarete gittiklerini ve bu işe büyük ehemmiyet verdiği için arkadaşlarının kendisini sözcü seçtiklerini belirten Emre, anlatırken bile hâlâ heyecan duyduğu Menderes’le görüşmelerini şu cümlelerle özetler:

“Menderes’e, ‘Biz size bu teklifi getirmiştik. Siz de okudunuz ve bazı ilâveler yapmıştınız. Ama Millî Eğitim Bakanlığında değiştirildi. Komisyonda DP’li milletvekilleri CHP ile ortak hareket ediyorlar’ dedim. Menderes, ‘Bu komisyona hükûmetin mümessili olarak kim gelmişti?’ diye sordu. Biz de, Bakanlık Müsteşarı Kemal Bey geldi’ dedik.

“Menderes hemen Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı’yı aradı. Hiddetle, ‘Celâl, sen Kör Kemal’in mason olduğunu bilmiyor musun? Böyle mühim bir mevzuda neden komisyona kendiniz gitmiyorsunuz da Kör Kemal’i gönderiyorsunuz? Bu defaki oturumda sen gideceksin. Eski metne muhalefet eden Demokrat Partilileri tesbit edip derhal bana bildireceksin’ dedi.

“Menderes ayrıca tasarıya, ‘öğretim üyesi yetişinceye kadar medrese hocaları da Yüksek İslâm Enstitüleri’nde ders verebilirler’ maddesini kendi el yazısıyla ekledi.

“Bakan komisyona gelip, Menderes’in bu konudaki düşüncesi milletvekilleri arasında yayılınca Demokrat Parti’li milletvekilleri bu sefer muhalefetle birlikte hareket edemediler. Bizim teklifimiz aynen çıktı. Yüksek İslâm Enstitüsü olarak kabul edildi.

“Daha sonra ‘teşekkür’ için aynı arkadaşlarla beraber Menderes’e ziyarete gittik…”

Din eğitimi ve öğretimi için verilen mücadelenin bir örneği olan bu hâtıra, Bediüzzaman’ın merhum Adnan Menderes’e yazdığı mektuptaki, “Demokrat Parti’yi Kur’ân, vatan ve İslâmiyet nâmına muhâfazaya çalışıyorum” cümlesindeki mânânın değerini ortaya çıkarır. “Ezân-ı Muhammedî’nin ilânı”nın Demokratlara “mânevî kuvvet hükmüne geçtiği”ni belirten Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Anadolu’daki Müslümanları ve Nurun bütün talebelerini ona bir mânevî kuvvet ve duâcı yapması”nın anlamını açıklar.

“GIYASETTİN, BEDİÜZZAMAN’A SELÂM VE TÂZİMATLARIMI İLET”

Bediüzzaman’ın Adnan Menderes’e müteaddit defa “İslâm kahramanı” diye buyurduğuna şâhid olduğunu anlatan Gıyasettin Emre, Üstad’ın, “Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim olmuştur; ketmetmeyeyim. Ama ben de hizmetimin semeresini Adnan Bey gibi göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir” dediğini nakleder. (a.g.e)

Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesine karşı Meclis’te bir konuşma yaparak Başvekil Menderes’i “irticaı hortlatmak ve Bediüzzaman’ı gezdirmek”le itham eden İsmet Paşa’ya karşı Menderes’in Meclis kürsüsünde verdiği cevabı defalarca Gıyasettin Emre’den dinlemişizdir.

Zira merhum Menderes’in İsmet Paşa’ya Meclis kürsüsünden söylediği, “Paşanın İslâma olan kan husûmetini anlayabilmiş değilim. Allah aşkına Paşa neden bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor; bir gün öleceğini bilmiyor mu? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i fâniden ne istiyor? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?” sözleri anlamlı ve ilginçtir; demokrasinin katledildiği her darbe ve ara rejim döneminde tekrarlanmıştır.

Bediüzzaman’ın Ankara’dan sonra Konya ve Anadolu’yu ziyaret isteğinden telâşa kapılan Halk Partililerin ortalığı ayağa kaldırması üzerine, Menderes, milletvekillerinden Gıyasettin Emre’yi Bediüzzaman’a gönderir. “Selâm ve tâzimatlarımı kendilerine arz et; bunlar hâdise çıkarmak peşindeler, bu hengâme bitsin, ortalık sükûnet bulsun, bizzat seyahatlerine devam etmesini ben sağlayacağım” ricâsını Emre aracılığıyla iletir.

Bu vazife ile Demokrat Parti milletvekili Dr. Tahsin Tola’nın Bahçelievler’deki evine giden Gıyasettin Emre’yi Bediüzzaman, “Gıyas!.. Gıyas!..” diye kucaklayarak karşılar. Önce, “Bak Gıyasettin sana söylüyorum. Halk Partililer beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye’yi başlarına yıkarım” diye haykırır. Gıyasettin Emre bu heybet ve celâdet karşısında bir şey diyemez. Bir süre sessiz kalan Bediüzzaman, ardından mülâyemetle, “O İslâm kahramanı için bu sefer gideceğim” diye konuşur. Emre artık rahatlamıştır. Hızla Başbakanlığa döner.

Makamında kendisini bekleyen Başvekil Menderes, bir saat sonra gelen Emre’ye heyecanla sorar; “Ne cevap verdiler?” diye. Emre, Bediüzzaman’ın selâmıyla birlikte cevabını aktarır. Menderes oldukça mahzun ve memnundur; “Gıyas!” der; “Bunları söylerken sanki kara, deniz ve hava kuvvetleri emrinde bir ordu kumandanının heybet ve azâmetiyle söylüyordu değil mi?” diye sorar. Emre’den “Evet Beyefendi” cevabını alınca, “İşte Gıyas, bu imânın kuvvetindedir” diye mânâ verir…

BİR YASSIADA MAZNUNU GIYASETTİN EMRE…

Bir Yassıada maznunu olan Gıyasettin Emre, her görüşmemizde Yassıada hâtıralarından da anlatırdı. Ancak Mahkeme Başkanı Salim Başol’un Menderes’i hesâba çekerek hakaret etme ve küçük düşürme plânını boşa çıkaran bu hâdise, tek başına Menderes’in ve Demokratların cesâret, dirâyet ve kahramanlığının bir başka destanıdır:

“Yassıada’da bizi birlikte mahkemeye götürüyorlardı. Menderes tek hücredeydi. Bizimle hiç konuşturmuyorlardı. Mahkeme salonunda ise kim yargılanıyorsa onu mikrofona çağırıyorlardı.

“Başol, Menderes’i muhatap almıyor, ismiyle çağırmıyor; ‘Menderes gelmeli!’ diye görevlilere tâlimat veriyordu. Dinleyici locasında 250 kişilik bindirilmiş kıt’anın yanı sıra, yerli ve yabancı gazeteciler ve ajansların muhabirleri vardı.

“Tuzak kurulmuş, dam serilmişti. Başol, ordu ile ilgili soruları soracak, Menderes’i kızdırıp galeyana getirecek; çoğu subaylardan oluşan ve her birine günlük 150 lira para verilen “paralı dinleyiciler” kendisini yuhalayacak; “Türk ordusu Menderes’i yuhaladı” uydurması şâyiası yaydırılacaktı…

“Bu maksatla Başol Menderes’i çağırdı; ‘Siz 10 senede 97 milyarlık yatırım yaptınız. Köylüsü, çiftçisi, esnafı, bakkalı, her kim elini cebine atsa binlik demetler çıkarıyordu. Oysa omuzlarında şeref yıldızı taşıyan bu şerefli subaylar ise ya bodrum katlarında ya da çatı altlarında barınmak zorunda kalmışlar. Eğer sizin ‘millet-millet’ dediğiniz o gürûha yapmış olduğunuz hizmetlerin yüzde birini bu şerefli insanlara yapmış olsaydınız, bugün bu akıbete uğramazdınız! Onlar gelsin şimdi sizi kurtarsınlar, bakalım nasıl kurtaracaklar?’ diye sordu.

“Makama hitap eden Menderes, iç ve dış basın mensuplarının ve rütbeli subayların önünde bu soru karşısında şu anlamlı cevabı verdi: ‘Muhterem Başkan, omuzlarında şeref yıldızı taşıyan bu şerefli insanların, kendi milletinin refah ve saadetini kıskanacaklarını tahmin etmemiştim. Hâlen de aynı kanaati muhâfaza etmekteyim. Şerefli Türk askeri kendi milletini kıskanmaz…’

“Bu cevap karşısında ‘yuhalama’ tâlimatını alan dinleyiciler yuhalayamadılar. Ortalığı bir sessizlik kapladı…”

YARIN MAHŞER GÜNÜNDE ELBETTE BANA ŞEFAATÇI OLACAKTIR…

“Menderesi subaylara yuhalatamayan Başol oldukça rahatsız oldu. Kızgınlıkla bu kez, ‘Yalnız bunlar değil, Atatürk’ün ülke dışına attığı uyduruk Arap çöl kanunlarını memlekete tekrar getirip ihya etmek için 10 milyar para sarf ettiniz. Onlar gelsin seni kurtarsın, bakalım nasıl kurtaracaklar!’ diye yüklenmeye başladı.

“Başol, Menderes ve Demokrat Parti hükûmetlerinin dine ve mânevî değerlere yaptığı hizmetleri, Diyanet’i güçlendirmesini, imam hatip okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri ve Kur’ân kurslarını açmasını kastediyordu.

“Mahkemede hep sükûnetle cevap veren Menderes, Başol’un Peygamberimizden ve Kur’ân’dan kasıtla sorduğu bu soru üzerine fevkalâde hiddetlendi, büyük bir kızgınlıkla ve yüksek sesle cevap verdi. Artık sanki kendisi hâkim, karşısındakiler mahkûmdu: ‘İnanmıyor musun Reis! İnşaallah söylediğiniz gibidir. Ancak ben din-i mübine, din-i mübinin kanunlarına ve Kur’ân’a hizmet etmiş isem, gelsin beni sizin zulmünüzden kurtarsın diye değil…

“Sonra şöyle devam etti: ‘Ama inanıyorum ki yarın ruz-û mahşerde (mahşer gününde) beni ve sizi dehşette bırakacak o büyük hesap gününde, o ‘çöl kanunu’ dediğiniz Kur’ân-ı Azimüşşân ve Resûl-ü Zişân elbette ki beni yalnız bırakmayacak, bana şefaatçi olacaktır…”

“Bunun üzerine salon âdeta şoka girdi; herkes lâl kesildi. Başol kurduğu tuzağa düşmüştü, Aslında hasta ve bitkin olan, odasının üzerinde sürekli beton delici aleti çalıştırılarak uykusuz bırakılıp işkence edilen Menderes’in verdiği cesurca cevaba karşı, Başol söyleyecek söz bulamamıştı…”

“ÜSTAD, ‘ARTIK GEL!’ DİYE BENİ ÇAĞIRDI VE KUCAKLADI…”

önce Ankara’daki bir hastane odasında görüp, duygu dolu hasret gözyaşları içinde bize özel olarak anlattığı bir rüyâsını nakletmenin zamanı gelmiştir her halde:

“Tenteneli beyaz bir perde arkasında milyonlarca insan mahşer gibi kalabalık uğultu halinde konuşuyordu. Gittikçe çoğalan ve yeryüzünü dolduran nuranî cemaat Nur talebeleriydi. Birden bildiğimiz haliyle Bediüzzaman’ın sesi yükseldi. Yüksek bir yerden hitabede bulunuyor, Risâle-i Nur’dan ders okuyordu. Bu vaziyette Üstad’la bir an göz göze geldik. Tıpkı hayattaki buluşmalarımız gibi bana şefkatle baktı; “Gıyas, artık gel!” anlamında bir çağrıda bulundu ve kucakladı…

“Heyecanla uyandım; ama fevkalâde huzurlu ve sevinçli idim. Sanki hastalığımdan bir eser kalmamış, üzerimdeki ağırlıklar gitmiş, bir mâsum çocuk gibi hafiflemiştim…

“Oysa bu rüyâya kadar ölümden oldukça korkuyordum; bu rüyâyla artık ölümden korkmuyorum. Çünkü Üstad’ın bana şefkatli bakışından ve dâvetinden himmet edeceğini ve öbür dünyada elimden tutup bana sahip çıkacağına inanıyorum…

“Onun için o günden bu yana ölüm gelse de korkarak değil, artık memnuniyetle karşılayacağım. Zira inanıyorum ki Üstad, orada da bağrına basacak, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Resûlullah’ın şefaatçi olması için nezdinde arzda bulunacaktır…”

Gıyasettin Emre, büyük bir hürmet ve muhabbet gösterdiği Üstadı Bediüzzaman’ın yanına gitti. “Aziz Başvekili” merhum Menderes’le dâvâ ve hapis arkadaşı Demokratların gittiği diyara göç eyledi. Hakkın rahmetine kavuştu…

Ruhlarına binler fâtihalar…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*