Ramazan riskleri

Önce bir hikâye: Almanya’da doğup büyümüş bir Türk genci bir Ramazan günü bir Alman şehrinde dönerciye yaklaşır, “dönerinizde domuz eti var mı?” diye sorar. Satıcı ürünlerinin helâl etlerden mamul olduğunu söyleyince müşteri yarım ekmek arası döneri alıp afiyetle(!) yer.

Eminiz ki çoğunuz Ramazana “Ramazan Risalesi”ni yeniden okuyarak hazırlandınız. Ne güzel.

Bir bahis dikkatinizi çekmiş olmalı.

Yeniden ve birlikte okuyalım ve “şişirme Ramazan tartışmaları”na da hazırlanmış olalım.

Ramazan Risalesinde Altıncı Nükte şöyle bitiyor:

“Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhâlefet edenler de o derece umum Âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.”

Bu cümlede oruç tutmayanların maruz kalacağı bir durumdan bahsediliyor:

“Ehl-i sıyâma muhâlefet edenler … umum Âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.”

Oruç ehline muhalefet edenler kimlerdir?

Müslümanların çoğunlukta olduğu bir beldede oruç tutmayan ve tutmadığını adeta “gıcıklık olsun diye” âleme göstere göstere yiyip içenlerdir.
Yoksa, orucu tutmayanlar ve fakat oruç tutanlara saygı duyup duyduğu bu saygıyı gösterenler bu gruba girmez.

Yine, oruç tutmak istemesine rağmen mazereti dolayısıyla tutamayanlar da elbette bu gruba girmez.

(Mazeret nedir, nerede başlar, nerede biter? Bunların cevabını Süleyman Kösmene Hocamıza havale ediyoruz.).

Neden manevî nefret ve tahkire lâyıklar?

Zira Ramazan orucu şeairdendir, yani toplumun İslâm toplumu olduğunu gösteren toplumsal dinî motiflerin en başlarında gelir.

Şeairin muhafazası ve canlandırılması umumun hakkı ile ilgilidir. Sıkı sıkı korunmalıdır.

Şeairi tahrip eden bir günah, şeaire ilişmeyen şahsî günahtan kat kat zararlı bir günahtır. O halde bu günaha ve bu tür günahı işleyene karşı hassas olunması gerekir.

Peki manevî nefret ve tahkir ne demektir?

Maddî müdahale içermeyecek ve maddî bir mücadele ile sonuçlanmayacak bir “nefret etme” ve “hakir görme” hali kastediliyor olsa gerektir. Yoksa hakaret etmek ve suç işlemek değil.

Zira Bediüzzaman hem bütün hayatı boyunca ve hem de Emirdağ Lâhikasının sonunda yayınlanmış olan son dersinde talebelerine daima müsbet hareketi tavsiye etmiştir.

Müsbet hareket mecburiyeti, “Orucunu açıktan yedi, bizi tahrik etti” diyerek birilerine saldırmaya, kırıp dökmeye, şahsî hak ihlâline ve giderek kamu düzenini bozmaya mani olur.

Ama aynı hassasiyet, oruç hakikatine sataşan mütecaviz dinsizlere ya da “Elhamdülillah biz de Müslümanız” diyerek her tür rezilliği irtikap eden mesleksizlere “hoş bakmaya” da izin vermez.

Yanlışı bile bile ve açıktan yapana, elbette yaptığının yanlış olduğunu hissettirmeliyiz.

Anayasa hiç kimsenin inanç veya kanaatleri dolayısıyla kınanamayacağını bildiriyor.

Ancak bu yasak, toplumun değer yargılarına sataşan birilerinin davranışları dolayısıyla manen kınanmasına ve hor ve hakir görülmesine de mani değil ve olmamalı elbette.

Aksi halde toplumu sadece kanunla ayakta tutmaya çalışıyoruz demektir ki bu da devlete ve kanuna gereğinden fazla önem vermek olur.

Bu prensipleri doğru tatbik edebilen bir dindarlık anlayışı, toplumu bilhassa siyaset ve din tartışmaları üzerinden germeye ve tefessüh ettirip dağıtmaya çalışan zındıkların oyunlarını da boşa çıkarır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*