Ramazan ve terbiye

Ramazanın önemli bir katkısı da ruh ve beden terbiyesi yönüdür.

Günde üç defa yemek yemeye alışan vücut on iki ay boyunca bunu yapmaya devam etmektedir. Bu ise vücudu yormaktadır. Vücudun bakıma ihtiyacı olmaktadır. Sürekli çalışan bir makinanın zaman zaman bakıma ihtiyaç duyduğu gibi vücut denen şu muazzam makinanın da zaman zaman bakıma ihtiyacı olacaktır. Biriken zararlı maddelerin atılması, hücrelerde biriken yağların eritilmesi için böyle tatlı bir açlığa ihtiyaç vardır. Ramazan orucu sağlık açısından böylesine önemli bir görevi yerine getirmektedir.

Ruh terbiyesi açısından oruç çok daha büyük bir öneme haizdir.

Allah insan ruhuna yaratılıştan gelen bir sınır koymamıştır. Ruhun davranışlarını dinî emir ve yasaklarla sınırlandırmıştır. Yaratılışta konulmayan bu sınırı insanlar bazen hoyratça kullanabilmektedir. İyilikte sınırsız davranabildiği gibi kötülükte de sınırsız zulüm yapabilmektedir. Ramazan orucu, ruhun tezhip ve temizliğinde büyük bir öneme sahiptir.

Öncelikle insanın sınırsızlığı, belli kayıtlar altına alınmaktadır. Şu zamandan şu zamana kadar yemek ve içmekten uzak duracaksın denmektedir. Şu zaman dilimi içinde şu işleri yapmayacaksın diyerek onun hayatına bir sınır getirilmektedir. Çünkü sınırsızlık, sonsuzluk sadece Allah’a mahsustur. Aslına bakılırsa insan maddî ve manevî olarak birçok kayıtla sınırlandırılmıştır. Ağzına götürmediğini yiyemez, gücünün yetmediğini kaldıramaz, çalışma gibi dinlenmeye de ihtiyacı vardır. Ömrünün bir sınırı vardır. Böylesine kayıtlarla hayatı sınırlandırılan insan, kendini sınırsız sanmakta, sonsuza kadar yaşayacağını hayal etmekte, sevdiği bir şeyden hiç ayrılmayacağını düşünmektedir. Neye gönül verirse onunla ebedî olarak beraber olacağını düşünmektedir. Ayrılıklarla sınırlandırıldığını karşılaştığı zaman anlamaktadır. Oruç, ona sınırlandırılmanın gerçekliğini ve zevkini tattırıyor.

İnsanın kötülüklere meyletmesinin önemli bir sebebi, kendinde bir güç vehmetmesidir. Buradaki vehmin büyüklüğüne göre kendine ve çevresine kötülük etmeye başlar. Tarihte kötülük yapan insanların hayatına bakıldığında, hep kendilerinde bir güç vehmetmeden doğan haksızlıklar görülecektir. Kendinde bir güç vehmeden insan, kendisine itaat edilmesini ister. Etmeyenlere de ceza verir. Firavunu, Nemrut’u, Karun’u haksızlık yapmaya iten ruh hali kendilerinde bir güç vehmetmeleri ve kendilerine itaat edilmesini istemeleridir. Ramazan’daki açlık insandaki bu güç vehmini kırar. Ona acizliğini hatırlatır. Kendisinin mahluk (yaratılmış) olduğunu hatırlatır. “Sende olan güç Allah’ın sana emanet olarak verdiği güçtür. Güç ve varlık esas itibariyle Allah’a aittir. Sende olan da Onun sana verdiği kadarıyladır. Güç ve kudretin kaynağı sen değilsin” der. Acizliğini ve bunun sonucu olarak da itaat ve ibadet etmesi gerektiğini insana hatırlatır.

Allah insana bir güç vermiştir ancak onu başkalarına kötülük yapsın, haksızlık yapsın, zulmetsin diye vermemiştir. Kendine lâzım olan ihtiyaçlarını karşılasın, kendine ve çevresine hizmet etsin diye vermiştir. O güç olmazsa elindekini ağzına götüremez, midesine gönderdiğini eritemez, besinlerin vücuda dağılmasını sağlayamaz. Bir ömür boyu kalbini, ciğerlerini, böbreklerini çalıştıramaz. Bunların gücü ve kontrolü kendi elinde değildir.

Elindekini ağzına götüremeyen insan kendinde nasıl bir güç vehmedebilir?

ALLAH’IN RAB İSMİNE MAZHAR OLMAK

Ramazan, Allah’ın Rab (terbiye edici) sıfatına mazhar etmektedir. Buradaki terbiye, halk dilindeki te’dip anlamında kullanılmamıştır. Eğitmek ve sınırlandırmak anlamında kullanılmıştır.

Terbiyenin olduğu her yerde kurallar olacaktır. Bir kısmının yapılması, bir kısmının da terkedilmesi istenecektir. Kurallar, yapmayı veya terk etmeyi ister. Başka türlü kural olmaz. Bu yapma veya terk etme, konulmuş olan bu kurallara uymak demektir.

Rab sıfatı, besleyen, büyüten, terbiye eden demektir. Allah, vücudumuza belli sınırlar koymuştur. Belli bir noktaya kadar büyürüz. Organlarımız, belli sınırlar içinde büyür ve gelişirler sonra gelişmeleri durur. Belli bir miktar yiyip içebiliriz. Belli miktar çalışır ve belli zaman dinleniriz. Bunların hepsi birer terbiyedir.

Allah âdildir, ancak dünyada mutlak adaletle hükmetmez. Mutlak adaletin bir parçası da haklıya hakkını, suçluya cezasını hemen vermektir. Allah kullarına dünyada bunu hemen uygulamıyor. Rahmetini ve merhametini öne çıkarıyor. Bir hata yapılmış ise ona bir pişmanlık hakkı veriyor. Hatasını anlar ve pişman olursa onu affedeceğini vaad ediyor. Ona mühlet veriyor. Mutlak adaleti burada uygulasa idi onu ânında cezalandırması gerekiyordu. Mühlet vermesi ihmal etmesi anlamına gelmiyor. Kuluna verdiği bu mühlet iyi değerlendirilmezse ahirette onu hesaba çekeceğini ve yaptığı haksızlığı gidereceğini kesin bir dille vaad ediyor. “Şüphesiz Kıyâmet Günü haklar sahiplerine verilecektir. Hattâ boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyuna kısas yapılacaktır” (Riyâzu’s-Sâlihîn, 204)

Allah kendisine iman ve itaat etmeyenleri anında cezalandırmıyor. Bir ömür boyu onlara zaman tanıyor. Merhametini öne çıkarıyor. “Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (kendisine ortak koşmak hariç) bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39/53) Kur’ân’ın semasından kullarına sesleniyor. Kendi aczini ve fakrını anlayıp Allah’ın merhametine sığınmasını istiyor. O ne merhametli bir kucaktır ki, kendini inkâr edenlere bile bir ömür boyu merhamet etmeye devam ediyor. Son nefesine kadar hatasını anlayıp merhametinin kucağına sığınmasını istiyor. Uyarılar gönderiyor, uyarıcılar gönderiyor, sabırla onu bekliyor. Aczini anlayıp da onun şefkatli merhametine sığınmasını istiyor.

Allah kullarını çok seviyor. Onlara çok merhamet gösteriyor. Onları sevmese, onlara merhamet etmese, niçin onları terbiye etsin? Niçin ömürleri boyunca onların nazını çeksin, onların hatalarını anlayıp geri dönmelerini beklesin? “Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım!” derken bile ne kadar şefkatli ve merhametli bir dil kullanıyor. Her ne kadar nefislerinize zulmetseniz, aşırı gitseniz de yine benim kulumsunuz diyor. “Kullarım” ifadesi, büyük bir merhameti gösteriyor. Onun kapısından başka gidecek kapımızın olmadığını haykırıyor.

İbrahim Ethem gibi diyoruz:

“Ya Rabbi! Asi kulun sana geldi.
Günahlarını ikrar ederek sana duâ ediyor.
Eğer affedersen, bu sana yakışandır.
Eğer reddedersen, Senden başka bana kim acır?”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*