Risale-i Nur, bilincin bilgisidir

Amerika kıtası kıtamıza göre yenidünya olarak biliniyor Amerika’lılarda kendilerine göre yeni bir dünyayı keşfetmek için yıllarca uzaya uydu aracı ve adam gönderdiler yeni dünyalar aradılar.

Dünyamızın uydusu Ay’a ve güneş sisteminden Mars’ta kadar gittiler. Fakat oralarda da aradıklarını bulamadılar Oralarda aradıklarını bulamayan insanlık; hayal kırıklığına uğradı kendi iç dünyalarına dönüp kendi nefsinde ve iç dünyasında ahreti aramaya ve araştırmaya başladı. Yani Amerikalılar ya da onların şahsında insanlık; Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’de ’’Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme’’(1) hakikatini artık idrak etme noktasına gelmiştir. Onun için bu amaçla California Üniversitesi, Riverside(UCR) ahiret için fon ayırıp‘’Immortality Project’’(Ölümsüzlük Projesi) adı altında ahireti araştırıyor(22.03.2018 günkü gazeteler). Teknoloji zirvesindeki insanlığın bugün inançsızlık yüzünden içine girdiği ve bir türlü içinden çıkamadığı çaresizlik girdabını gösteriyor.

Sözler’de; Onuncu Söz yani Haşir Risalesi’nde ‘’Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbetten bir zindan hükmündedir’’(2)uyarısı ise; aklı başındaki her insanı ahreti düşünmeye sevkeden bir başka gerçektir.

Amerika ve dünya da bütün bunlar olup biterken; Türkiye’nin gündemi ise; (bugünlerde) Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri edilmesi yer alıyor. Bu amaçla Diyanet İşleri Başkanlığı ‘Bilgiden Bilince’adı altında bir çalışma başlattı. Bu çalışma ve proje Diyanet camiası için takdire şayan bir hedef ve ideal olabilir. Ama böyle bir hedef ve ideale varabilmek için takip edilecek yolu ve yöntemin gerçekçi olmasını gerektirmektedir. Aksi takdirde; niyet ne kadar iyi de olsa ameli kötüye gidebilir. Dini istismar ve suistimal etmek istiyenler için bir fırsat kapısını aralayabilir.

Hem Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri edilmedi mi, edilmemiş mi? Edilmiş ise, şayet yeni bir tefsireniye ihtiyaç var ? Yeniden tefsir edilirse, kime göre tefsir edilecektir? Bana göre ve sana göre bir tefsir elbette herkese göre ve herkes için bir tefsir olacak!

Fakat Kur’ân’ın asrımıza bakan ve insanlığın çağdaş anlayışına göre bir tefsiri ve bir manevî bir mu’cizesi olan Risale-i Nur’un var ve herkesçe biliniyor ve bilinmektedir. Peki niye yeni bir tefsiri meselesi gündeme geldi? Gerçekten böyle bir tefsire ihtiyaç var mıdır?

Evet, eğer Türkiye ve dünya gerçeklerine sırtımızı değil de, yüzümüzü çevirirsek; yüz otuz parça ve altı bin sayfalık tefsir olan Risale-i Nur Külliyatı meydanda olduğu görülebilir! Bundan sonra yapılacak ve yapılabilecek tefsirler ise; ancak Kur’ân’ın Türkçe’ye bir çeşit tercümesidir. Bundan başka hasiyet ve hususiyeti de taşımaz!

Çünkü‘’Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân’ı Kerim’in cihanşumul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh,onda o mübarek ve İlâhi bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır’’(3)

Kur’ân-ı Kerim’in ayetleri ihtiyaca göre nazil edildiği gibi, onun mânevî bir mu’cizesi Risale-i Nur’larda ihtiyaca göre telifiyle tefsir edilmiştir.

Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Zübeyir Gündüzalp Konferans’ta; ’’Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’ânî bir eserin müellifinin şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hasiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’de mevcut olduğunu gördük’’(3) diyor ve bu hususiyet ve hasiyetler de sırasıyla şöyle anlatıyor:

Birincisi: Müellifin yalnız Kur’ân-ı Hakîm’i kendisine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kurân-ı Hakîm, hakikî ilimleri havi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için, Kur’ân’ı tefsir ederken, hakikatın safî olarak ifade edilmesi ve böylece hakikî bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususî meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur’ân’ın manalarını keşifle tezahür eden Kur’ân hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki, o müfessir zat her bir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa malik bir allâme ve gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun.

Üçüncüsü: Kur’ân tefsirinin tam ihlasla telif edilmiş olması ki, müellifin Cenab-ı Hakkın rızasından başka hiçbir maddî manevî menfaati gaye edinmemesi ve bu ulvî hâletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması,

Dördüncüsü: Kur’ân’ın en büyük mu’cizelerinden birisi de gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir; ve o asırda inzal edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir veçhesi olmasıdır.

İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur’ân’ı Hakîm’in asrımıza bakan veçhesinin keşfedilip, avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslûpla izah ve ispat edilmiş olması,

Beşincisi: Müfessirin Kur’ân ve iman hakikatlerini cerhedilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi, yani pozivitzmi(ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması,

Altıncısı: Ders verdiği Kur’ânî hakikatlerin hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin vre nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nafiz ve müessir olması,

Yedincisi: Hakikatlerin derkine de mâni olan benlik, gurur, ucb ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması,

Sekizincisi: Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi üzeri ilmiyle âmil olması ve azamî bir zühd ve takva ve azamî ihlâs ve dine hizmetinde azamî sebat, azamî sıdk ve sadâkat ve fedakârlığa, azamî iktisad ve kanaate malik olması şarttır. Hülâsa olarak, müsessirin Kur’ânî risaleleriyle, risalet-i Ahmediyenin(asm) azamî takva ve azamî ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velâyet-i Ahmediyenin lemaatına mazhar olmuş hadim-i Kur’ân bir zat olması…

Dokuzuncusu: Müfessirin Kurânî ve şer’î meseleleri beyan ederken şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkâr edip dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvvetiyle hakikati pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete malik olan bir müfessir olması gerektir.

Hem idam plânlarının tatbik edildiği ve bir tek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde , bilhassa imha edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’ânî, şer’î esasatı telif ve neşret etmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil ve İslâm’ın bu asırda hakikî bir rehber-i ekmeli ve Kur’ân’ın muteber bir müfessir-i azamı olmuş olması lâzımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risalelerinde aynıyla mevcut olduğu, hakikî ve mütebahhir ulema-i İslâm’ın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, Avrupa ve Amerika’ca malûm ve musaddaktır’’(4).

Günümüzde Türkiye’ de ve İslâm Âleminde ve dünyada Kur’an-ı Kerîm’in tefsirini yapacak ve yapabilecek ‘’kuvve-i kudsiye’’ye gibi has ve hususiyete sahip görevli şahıs veya hey’et bulunmuyor. Hem asrımız çağdaş anlayışına göre tefsir edilmiş Kur’ân’ı Kerim’in manevi bir mu’cizesinin hazır plan ve proğramı bütünü meydandadır. Devletin televizyon kanalları ile Diyanet’in tv kanalı; her gün yayın yapıyorlar. Fakat sanki bu memlekette ne Risale-i Nur gibi bir tefsir ve ne de Bediüzzaman Said Nursî gibi bir müellifi bulunmuyor. O kadar yabancı ve mesafeliler ki hiçbiri orallı değiller. Gündem ise; Kur’ân’ı Kerîm’in tefsiri edilmesi…

İnsanlık inançsızlık çaresizliği içinde kıvranırken ve ahiretin varlığını araştırıp dururken ;bizde de Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiriyle kamuoyu gündemi oluşturmaya çalışılıyor.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat’taki ’’Cehennem nerededir?’’ sualinin cevabı; Birinci Mektup’taki. Cehennem’in yeri ve varlığı ile ilgili dünyada Risale-i Nur’dan başka hangi eser ve tefsirde bulunur ve bulunabilir ve böyle bir eser var mıdır?
Hangi uzman bunu biliyor ve bilebilir? Halbuki eğer cevabı bilinse ve öğrenilse; belki de insanın dünya ve ahiret hayatının akışını değiştirir ve değiştirebilir. Kim bilir belki imanını kurtarır, dünya ve ahiret saadetini kazandırır.‘’Çünkü Risale-i Nur; (bu zamanda) iman kurtarıyor.’’Konuyla ilgili iki sayfalık bölümün yalnız birinci paragrafını alıyoruz.

‘’Cehennmenin yeri, bâzı rivâyatla ‘Taht-el-Arz’ denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi; Küre-i Arz, hareket-i seneviyesiyle ilerde mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, Arzın medar-ı senevîsi altında demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir Küre-i Arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.’’5 Türkiye’de ve dünya da Risale-i Nur’u okuyanların dışında ‘’Arz’ın hareket-i seneviyesiyle ilerde mecma-ı haşir olacak bir meydan etrafında bir daire’’ çizdiğini bilen var mı? Ya da ‘’Cehennem’’in, Arzın medar-ı senevisi altında ’’olduğunu ‘’Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan bu zamanın hakikatli bir âlimi olabilir’’den 6 başka; Türkiye’de ve dünyada ki bütün üniversiteler ve bilim akademileri, bilim araştırma merkezleri (Malezya hariç) Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Amerikan Havacılık ve Uzay Ajansı (NASA) da dahil olmak üzere dünyadaki bütün araştırma merkezleri, ajanslar, araştırmacı ve gökbilimci bunları bilir ve biliyor veya bilebilir? Risale-i Nur’dan başka hangi eserde bu bilgi ve bilinç olur veya olabilir? Hatta hava durum raporunu bildiren meteoroloji uzmanı ve yerküre ile ilgili olan bütün jeolog ve maden uzmanları da dahil olmak üzere böyle bir bilim gerçeğini kim bilir ve bilebilir?

Halbuki, Bediüzzaman Muhâkemat’ta Birinci Makale Beşinci Mes’ele’de diyor ki ‘’Meşhurdur: ‘Cehennem’ yer altıdadır. Fakat biz ehl-i sünnet ve cemaat kat’an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zâhir olan tahtiyettir. Ve yer altına olmasıdır. Buna binaen derim: Şecere-i tûbâ gibi olan hilkat-ı âlemin, sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen Cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır.

Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-ı nazarında ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hal arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev’-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim.

Saniyen: Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dahilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz şecere-i zakkumu Cehennem’in çekirdeği ile hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayeran eden arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki,o yumurtada Cehennem tamamıyla olunmaz ise..başı veya diğer bir âzası matvî olarak tazammun etmiş ki: Yevm-i kıyamette derekât ve âza-yı sairesi ile birleşecek, dev-i âcib-i Cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir. Yahu!.. Kendin Cehenneme gitmezsen hesap ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuz üç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden merkeze kadar iki yüzbin dereceye yakın hararet mevcut oluyor. Bu nar-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye baliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu meşhur hadisteki: ‘Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şedittir.’ olan nisbetin aynını isbat eder. Hem de Cehennemin bir kısmı zemherirdir. Zemherir ise; burudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki; suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için burudetiyle ihrak eder. Demek umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.’’7

Sözler’de; bugünlerde idrak ettiğimiz ‘’Otuz Birinci Sözdeki ‘’Mi’rac-ı Nebeviye dairdir de (asm) Otuz üç sayfalık bilgi ve bilinç; ‘’İkinci Esas’’taki: Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’nın (asm) ‘’Hakikat-i Mi’rac nedir? bölümündeki‘’ Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat etmek, akla muhaldir? sorusuna ait dokuz sayfalık cevaptan, yalnız bir sayfaya yakın kısmını okuyan bilgin ve bilincin zirvesine erişir. Söz konusu sorunun cevabı ‘’Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâl’in san’atında harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ; Savtın sür’atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal, sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu mâlûm. Seyyaratın dahi fennen harekâtı o kadar muhtelifdir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi uruc’da sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş; ruh sürat’inde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bâzı olur ki bir seneye kadar hâlâta mâruz olursun. Hatta bir dakikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimat toplansa uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki: Bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine bir sene hükmüne geçer’’.

‘’Şu mânaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki; o saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış def’a daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış def’a daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza .. râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ aşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; her halde âşireleri sayan dairenin ibresi arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saatı sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahade ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatçe pekçok farkları vardır.

Anlaşıldı ki ‘’Her alanın uzmanını bulup Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona tefsir etmek’’ fikri ve düşüncesi bir hedef ve ideal de olsa; bu ideal ve hedefin gerçekleşebilmesi için; ‘’Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakîkatli âlimi olabilir’’den müteşekkil bir uzman hey’ete ihtiyaç vardır. Bu da Diyanet camiasının her şeyden önce ve hepsinden en önemlisi; tefsir işini yapacak ve yapabilecek uzman ve hey’etin Risale-i Nur Külliyatı’nı baştan sona kadar sorumluluk görevinin verdiği bilgi ve bilinçle okuyup kendisini yetişmesidir. Yani yeniden Amerika’yı keşfetmek değil (zaten keşif edilmiş), insanların akıl, kalp, ve bütün lâtifelerinin dünyalarını Risale-i Nur’la hem keşfetmek ve hem de fethetmektir. Önce kendilerini sonra da başkalarını Her birimize düşen vazife ise; Risale-i Nur’un karşısında diz çöküp ihlâs, sadâkat ve samimiyet, saygı ve hürmet ile okuyup anlamaya çalışma ve yaşamak bilgi ve bilincine varmaktır.

Yoksa bugün imansızlık girdabında çırpınan insanların, yarın ahirette karşımıza çıkıp hepimizden ‘’Neden imanımızı kurtarmadınız!’’ sorusuyla sorguya çekerek ve iki yakamıza iki eliyle yapışıp haykırırken; hiç olmazsa bizimde Allah huzurunda o insanlara karşı söyleyebilecek sözümüz ve yüzlerine bakabilecek yüzümüz olmalı!

Dipnotlar:
1-Mesnevî-i Nuriye s. 208
2- Sözler s.98
3- Tarihçe-i Hayat s. 39
4- Konferans s. 16-21
5- Mektubat, s. 20.
6- Muhâkemat. s. 101.
7- Sözler, s. 930-931.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*