Risale-i Nur dünya ve ahiret dengesini sağlıyor

‘’Kıtalar arası‘’ adıyla yayın yapan bir kuruluş ’’Said Nursî’yi Eleştirel Okumak’’ adı altında Bediüzzaman ve telif ettiği Risale-i Nur eserlerini kendilerine göre güya araştırma, yorumlama ve analizini yapma adına eleştiriyorlar.

Her şeyden önce o asrın harikası şahsiyeti anlamak ve asrın şaheserleri Risale-i Nur’un gerçek mahiyetini öğrenmek için yapılanlar iyi niyetli bir girişim ise; belki eleştirmekten çok, onu ve eserlerini anlama ve öğrenme işine yarayabilir. Yoksa öylesine, üstünkörü, afakî (genel) yani sathî bir anlayış ve yaklaşımla ise, sağlıklı bir sonuç vermez. Gerçekten kendisini ve eserlerini anlamak ve öğrenme iddiası olan birisi mutlaka enfüsî (özel) yani içten ve ön yargısız bir anlayış ve yaklaşım sergilemeli. Yoksa nasıl ki bir şeyi (nesne) büyütüp ayrıntılarıyla inceleme ve görünmesini sağlayan bir aygıta doğru tarafından değil de; tersinden bakılırsa; o şeyi ya da nesneyi bulanık ve muğlâk gösterir. Afakî ve üstünkörü, eksik ve hatalı bir anlayışla yapılan bir a- raştırma ve analiz de zihni bulandırmak, ya da yanlış çağrışımlara sebep başka bir şeye yaramaz.

Evet, Fatih’teki Şekerci Hanı’nda kaldığı yerin kapısına ‘’Burada her suale cevap verilir, her müşkül hallolunur, fakat sual sorulmaz’’ dâvetini asan asrın harikası bir insan; hayatı boyunca kimin hangi sualini cevapsız bırakmış ve kime soru sormuş ki eleştirilebilsin!? Her nedense, şimdiye kadar kim eleştirel bir anlayış ve yaklaşımla okuyup öğrenip ve eleştirmek istemiş ise; tersine hepsi ona ve eserlerine karşı bir sevgi, derin bir saygı ile takdir ve hayranlık duygusu uyandırmıştır. Çünkü önce irşad ve tenvir, sonra ikna eder, sonra da hem ispat, hem de ilzam eder. İşte Meydan! Herşeyden önce Said Nursî ve Risale-i Nur eserlerini analiz etmek isteyen; önce, kendi ‘nefsî ve şahsî muhasebesi’ni yapma iradesine sahip olmalı. Sonra da hakkaniyet ölçülerine göre de eleştirmeli. Tabi ki eleştirebiliyorsa… Zaten, asıl sıkıntı burada. Evet, öyle acayip zamanda yaşıyor ki; cahili de âlimi de hiç kimse nefis muhasebesini yapmıyor, yapmakta pek işine gelmiyor. Ya da hep kusuru başkalarında arıyor. Aklınca başkasını ıslâh etmeye çalışıyor ve ders veriyor. Hâlbuki Bediüzzaman; ‘’Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez’’ diyor. Evet, ’’Risaletin-Nur, evvel tercümanının nefsini iknaya çalışır, sonra başkalarına bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve halistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli şahs-ı manevî dalâlet karşısında tek başıyla galibâne mukabele eder ’’1

İşte işin sırrı ve püf noktası. Bediüzzaman‘a ait bir asırlık bu şahsiyeti ve eserlerinin gerçek mahiyeti; onun ideali ve hedefi ve uğrunda verdiği mücadelesine ait bir kesitini; Tarihçe-i Hayat’taki ‘’Tahliller’’ bölümünde bulunan ve Eşref Edip (Fergan)’a 1952 yılında verdiği mülâkatında bulmak mümkündür. Eşref Edip’in ‘Uzun bir ayrılıktan sonra‘ dediği görüşmesi sırasında Bediüzzaman’a sorduğu ’Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu’? 2 sorusuna karşı Bediüzzaman’ın verdiği o günkü cevabı; günümüzün bütün üniversite ve bilim adamları için muhteşem araştırma tezi, tartışma, yorum ve analiz değerindedir. Ayrıca onu doğru anlamak ve eserleri için sağlam bir bilgiye sahibi olmak için bulunmaz bir rehber ve değişmez bir anahtardır.

Çünkü bütün ömrü bu mihenk ve bütün hayatı bu minval üzeri geçmiştir. İşte meydan, ne duruyorsunuz? Onu yalnız eleştirmek yetmez. Asıl hüner ve herkesin üzerindeki vazife bu ideal ve hedefi anlamak ve yaşamaktır. Heyhat! Kim bilir, belki de geç kalındı!

Şimdi onun Eşref Edip ile arasında yapılan mülâkatın ayrıntıların geçelim:

Eşref Edip: Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu?

Bediüzzaman: ‘’Evet, büsbütün ümitsiz değilim… Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokuşmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleriyle? Yoksa, İslâm cemiyetinin terütaze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefeyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim.

Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur’’3

Öyle değil mi!? Yoksa yanlış mı söylüyor !? Hem de öyle de olmadı mı, olmuyor mu!? ‘’Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır’’ diyor. Evet, doğru gerçekten öyledir. Hem de ’iman konusu’ öyle iddia edildiği ve sanıldığı gibi ’birçok soruyu’ da beraberinde getirmiyor; belki de tam tersine, iman; bütün ‘soru’ ve sorunları kaygı olmaktan çıkarıyor. Bütün ‘başarılar için de (kesin) bir ‘anahtarı rolünü oynuyor. ‘’Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi yetişmediği şeye de zıttır’’4

Demek gerçek sorun imanda değil, belki de imansızlıkta olduğu bilinmiyor. Evet, yaradılış harikası bir insanın fıtratı (yani maddî ve manevî yapısı) analiz edilirse; insanın iman ve ibadetine ne kadar muhtaç olduğu görülebilir. İman, insana yaşamak için; bir ümit veriyor. Dünya ve ahîreti için de bir ahenk ve denge unsuru oluyor ve insana yaşama sevinci veriyor. Risale-i Nur’da geçen iman ve ibadete ait birçok hikmet ve haki katlerden yalnız bir kaçını zikredip, gerisini onu öğrenme ve yaşama ihtiyacı duyanlara bırakıyoruz.

Evet ‘’İman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan yapar. Şu meselenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelme- lerindeki farkları, o meseleye vazıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtıdır. Evet, insaniyet iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidarı hayatiyeyi ve melek-i ameleyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi hayvan tahsil eder; yani ona ilham olunur. Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesb etmekle göstermekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil. Hatta yirmi senede tamamen şerait-i hayatı tam öğrenemiyor. Belki ahir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir.’’ Demek ki insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubudiyettir. Yani, ‘’Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazinâne besleniyorum ve idare ediliyorum?’’ bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişmediği hacatına dair, Kadiü’l Hacat’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve duâ etmektir.’’5

Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu hâlde, sermayesi hiç hükmünde bir şey. Hem nihayetsiz musîbetlere maruz olduğu hâlde, iktidarı hiç hükmünde bir şey. Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.

İşte bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruhî beşere ibadet, tevekkül, tevhit, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder ’’6

İnsan için, iman ile ibadet biribirinden ayrılmaz bir bütündür. Hadîs-i Şerif’te ‘’Namaz dinin direğidir’’ diyor. Dinin de ayakta kalması için, namaz direğine ihtiyacı var. Çünkü ‘’Nasıl ki, insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır. Ve Fatiha-i Şerife şu Kur’ân’ı Azîmüşşan’ın bir timsali münevveridir.

Namaz dahi, bütün ibadatın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir. Ve bütün esnaf-ı mahlûkatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir ‘’7

Selâmlar ve duâlar ve duâlarınızı bekleriz.

Ali Ataç

Dipnotlar:
1- Hizmet Rehberi, s. 57-58.
2- Tarihçe-i Hayat, s. 959.
3- a.g.e s. 960.
4- Sözler, s. 116.
5- Sözler, s. 502-503-504.
6- Sözler, s. 425.
7- a.g.e s. 37.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*