Risale-i Nur penceresinden hilafet ve demokrasi

“Arap Baharı” tartışmalarından sonra dünyanın gündemini meşgul eden konulardan birisi de İslâm’da Demokrasinin olup olamayacağı konusudur. “Arap Baharı”ndan sonra Ortadoğu’da yaşanan olaylar, din ve devlet ilişkilerini bir defa daha gündemin merkezine oturttu. Hem Müslüman topluluklar hem de Batı toplumları konuyu tartışmaya devam etti. Ortadoğu’nun şahsında İslâm dünyasının geleceği tartışılıyordu. Her topluluk, bu bölgede yaşayanlara, kendi düşünce yapısına uygun bir gömleği giydirmeye çalıştı. Bunu yaparken bin dört yüz yıllık İslâm tarihi, altı yüz yıllık Osmanlı hâkimiyeti fazlaca dikkate alınmadı.

Demokrasiyi tartışanlar, onun temel kurallarını hep Batı kaynaklı kabul ettiler ve öyle tartıştılar. Konuya hep beşeri ölçüler içerisinde yaklaştılar. Önlerinde gördükleri örnekler hep Batı menşeli olduğundan onun temel referanslarını da Batıda aradılar. Demokrasinin, Batının endam aynasında boy göstermesinin asıl sebebi kilisenin katı ve baskıcı tutumu olmuştur. Bozulan Hıristiyanlık ve Yahudilik insanları mutlu etmemiş, idarî noktadan sıkıntıya sokmuştur. Batı, kilise baskısından kaçarken demokrasi ile tanışmış, bu baskıları gidermek için, el yordamı ile akıl yürüterek buraya gelmeye çalışmıştır. Bu kavramın içini doldurmaya çabalamıştır. Hâlbuki daha bu kavram yokken İslâm bu kavramın içini doldurmuş, en ileri seviyesini insanlığa yaşatmış, uygulamasını göstermiştir. Adı böyle konmasa bile kavramın içini doldurmuştur.

Demokrasi Anayasasının birinci maddesi kişi hak ve hürriyetleridir. Batı bunların adını bilmezken İslâm bunların bütün ölçülerini ortaya koymuştur. İnsan hak ve hürriyetleri Batıdan daha çok İslâm’ın ortaya koyduğu yapılardır. Batılılar bedeviyet dönemini yaşarken İslâm, kişi hak ve hürriyetlerini öne çıkarmış, cahiliye devrinde bozulan toplum yapısını düzeltmeye muvaffak olmuştur. Bugünkü kargaşa, İslâm dünyasındaki dağınıklık, doğru İslâm’ın yaşanmamasından dolayı ortaya çıkmıştır. Biz “Doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu” yaşasaydık bugün bunları tartışıyor olmayacaktık. Bu noktada bir kusur varsa bizdedir, İslâm’da değildir.

Bu dinin tebliğ edicisi olan Peygamber Efendimiz (asm), “Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlullah (asm) bana darılır’ diye düşünmesin!”1 diyecek kadar hak ve hakkaniyete dayanmışsa, “hak” kavramının, kişi hak ve hürriyetlerinin ne kadar kutsal bir iş olduğu bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir?

İdarî yapının nasıl olması gerektiğini, bizzat Peygamber Efendimiz (asm) ve ondan sonraki Raşit Halifeler göstermişler ve uygulamışlardır. Devlet, milletin hizmetkârıdır. Kutsal devlet yok, kutsal hak vardır. Seçimin, adaletin, hak ve hürriyetin en ileri seviyesini ortaya koymuşlardır. Medine’de oturan halife, Fırat kenarında bir kurdun bir koyunu aşırmasından kendisini sorumlu tutmaktadır.

Bugün dünyanın ulaşmaya çalıştığı hak ve hürriyetler, on dört asır evvel İslâm tarafından tesis edilmiştir. Onun ortaya koyduğu hak ve hürriyetler Batının henüz ulaşamadığı ileri bir seviyededir. Aradaki fark, Batı bu kuralları deneme yanılma ve akıl yürütme yoluyla elde ettiği için, yanıldığı noktalar meydana gelmektedir. Bu yanlış uygulamalar iki dünya savaşı ile sonuçlanmıştır. İnsanlık ağır bedeller ödemiştir.

Dipnot:
1- İbn Sa’d, Tabakât, 2:255; Taberî, 3:191; İbn-i Kesîr, Sîre, 4:257.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*