Risale-i Nur´da Günah Psikolojisi

Image

İman- ibadet ilişkisi

İmanla ibadet arasında doğrudan ilişki vardır. Bunu Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir.” İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak ve yasaklarından (nehiyler) sakınmaktan ibarettir.
 
Vicdanî ve aklî olan imanî hükümlerin ibadetle terbiye ve takviye edilmediği takdirde, eserlerinin ve tesirlerinin zayıf kalacağını belirten Said Nursî, örnek olarak İslâm dünyasının şu andaki durumunu şahit gösterir.

İbadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini tanzime de sebeptir. Yaratıcıyla kul arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir bağ ibadettir. Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssalarına bakış açısı bize günah psikolojisinde de yol göstereceğini düşünüyorum. Onlardan birisi de Eyyüb (a.s.) kıssasıdır. Kur’ân’da anlatılan kıssaların elbette pek çok hikmetleri vardır. Peygamberlerin münâcatları bize örnek teşkil etmekte ve yol göstermektedir. Kur’ân’da geçen duâ ve münacatlar günlük hayatımızda en çok başvurduklarımız duâ ve münacatlardan değil mi? Said Nursî, Eyyüb (a.s.) münacatından hareketle bizlere de “Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” gibi söylemeyi tavsiye etmektedir.

Bediüzzaman’a göre, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) görünüşteki yara hastalıklarının karşılığı, bizim manevî, ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hz. Eyyüb’den daha çok yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hz. Eyyüb’ın (a.s.) yaraları, onun kısacık dünya hayatını tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan ebedi hayatımızı tehdit ediyor. Bizim âciz bir kul olarak Eyyüb’ün (a.s.) münâcâtına o hazretten bin defa daha fazla ihtiyacımız yok mu?

Bizi, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan meydana gelen vesveseler, şüpheler-Allah korusun-iman mahalli olan kalbin içine girip imanı zedelemekte ve imanın tercümanı olan lisanın ruhanî zevkine ilişmektedir. Sonuçta bizi Allah’ı zikirden nefretkârâne uzaklaştırıp susturmuyorlar mı?

Günahtan küfre giden yol

Said Nursî’ye göre, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, iman nurunu çıkarıncaya kadar katılaştırmaktadır. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.

Koskoca çam ağacının özellikleri çam tohumunda saklı değil midir? Öyle de günahlar içinde de küfürlerin tohumları saklıdır. Günahtan küfre giden yolculuğa bir bakalım: Günahların özelliğinde, özellikle devam ederse, orada küfür tohumu bulunur. Günaha devam eden kişide alışkanlık başlar ve o günaha karşı ülfet peyda eder. İşlediği günahlar sıradan bir hareket halini alır (sıradanlaşır). Sonra o günaha âşık ve müptelâ olur. Günahı severek ve isteyerek işlemeye başlar. Zamanla günahın arkasına düşerek geri dönülemeyecek bir yola girer. Günahı günah olarak görmemeye başlar. Sonra o günahın azabı gerektirmediğini temenniye başlar. Bu durum böylece devam ettikçe günahı inkâr eder ve o kimsede küfür tohumu yeşillenir. Bir süre sonra etrafa dal-budak salmaya başlar. Bir gün gelir ki, günah iyice şişer, kalbde imana yer kalmaz. Kalbde küfür yerleşir, iman çıkar. En sonunda kişinin işlediği günahlar azabın ve cehennemin inkârına sebep olur.

Günlük hayatımızda bunun örnekleri pek çoktur. Halbuki iman bir bütündür. İman kalesinde meydana gelecek bir delik, imanın çökmesine sebep olacaktır. Zübeyir Gündüzalp’ın dediği gibi, “İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir. Kökü esâsât-ı imâniyedir.”

İmandan küfre giden yollara bir kaç örnekle açıklık getirmeye çalışalım:

Günah işleyen kimse meleklerin varlığından rahatsız olur mu?

Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının görmesinden çok utanır. O zaman, kendisini gören meleklerin ve ruhanî varlıkların vücudu günah işleyen kimseye çok ağır gelir. Utanmaktan dolayı, o günahın günah olmadığını iddia etmeye başlar. İşlediği günahlarını gören meleklerin varlığını inkâr etmek ister. Hattâ utanmanın şiddetinden, ahiret gününün gelmeyeceğini temenni eder. Şayet hesap gününü inkâr eden küçük bir vehim bulursa, ona sıkı sıkıya sarılır ve o vehmi kocaman bir delil sayar. Küçük bir işaret ile melekleri inkâr etmek arzu eder. Melekleri inkâr edince, imanı gitmiş olmaz mı?

Günahtan Cehennemin inkârına yolculuk

Cehennem azâbını netice veren büyük bir günahı işleyen bir adam düşünün. O adam, Cehennemin tehditlerini işittikçe, bütün ruhuyla Cehennemin yokluğunu arzu etmez mi? Cehennemin yokluğuna küçük bir işaret ve bir şüphe bulsa, o adamda cehennemin inkârına cesaret gelmez mi? Sonuçta cehennemi inkâr edince, ahiret gününü inkâr çıkmaz mı? Bu durumda o adam imandan çıkmış olmaz mı?

Namazını terk eden kişi Allah’ı nasıl inkâr eder?

Farz namazlarını kılmayan ve kulluk vazifesini yerine getirmeyen bir adam düşünün. O adam da herhangi bir işinde çalışan bir kişi olsun. Her gün mesaisine geç gitse veya âmirlerinin verdiği emri yerine getirmese ne olur? Bundan dolayı o adam, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olur mu?

Peki o adamın, Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’ın mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, ona büyük bir sıkıntı vermez mi?

O sıkıntıdan kulluk vazifesinin olmamasını arzu eder mi? Mânen, “Keşke o kulluk vazifesi bulunmasaydı!” der mi?

Bu arzudan, mânevî bir Allah düşmanlığını ima eden bir inkâr arzusu uyanır mı?

Bir şüphe, Allah’ın varlığına dair kalbe gelse, kesin bir delil gibi ona yapışmaya meyleder mi? Böylece o adama büyük bir felâket kapısı açılır mı?

Yukarıdaki sorulara hayır diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. Peki sonuç ne olur? Önümüze Allah’ı inkâra giden yol açılmaz mı? Allah’ı inkâr eden kişinin durumunu siz düşünün. Halbuki inkâr vasıtasıyla, gayet küçük bir sıkıntı kulluk vazifesinden gelmeye karşılık, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sonuçta sineğin ısırmasından kaçar, yılanın ısırmasını kabul eder.

Yukarıda anlattığımız örnekler şu âyetin sırrını ne güzel açıklamaktadır: “Doğrusu onların kazandığı günahlar, birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır.”

Günahları küçük görmek

Umumî âlemlerin merkezi güneş olduğu gibi, hususî âlemlerin merkezi de şahıstır. Her hususî âlemin anahtarı o âlemin sahibinde olup lâtifeleriyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin saflığı, güzelliği ve çirkinliği, aydınlığı ve karanlığı, merkezleri olan şahıslara tâbidir. Aynada görülen bir bahçe, hareket, değişiklik ve diğer durumlarında aynaya tâbi olduğu gibi, her şahsın âlemi de, merkezi olan o şahsa tâbidir. Kişi cisminin küçüklüğüne bakıp da günahları küçük görmemeli. Kendisine karşı günah işlenen zatın büyüklüğüne bakılmalı. Çünkü, kalbin katılığından bir zerre, şahsî âlemin bütün yıldızlarını karanlığa tutturur.

Allah’ı bir deyip ortak koşmak (Şirk)

Bir insan düşünün. “Bir Allah var” diyor. Fakat bütün mülkünü sebeplere ve tabiata taksim ediyor ve onlara dayandırıyor. Haşa! Hadsiz ortakları hükmünde sebepleri esas tanıyor. Halbuki her şeyin yanında Allah’ın hazır irade ve ilmini bilmiyor. Şiddetli emirlerini tanımıyor ve sıfatlarını bilmiyor. Gönderdiği elçilerini ve peygamberlerini de bilmiyor. Bu durumda olan bir kimsede elbette hiçbir cihette Allah’a imân hakikatinin tam olmadığını gösterir. O kimse belki de küfr-ü mutlaktaki manevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söylemektedir.

Allah’a iman (Allah’ı bilmek): Bütün kâinatı kuşatan rububiyetine ve atomlardan yıldızlara kadar az-çok, küçük-büyük her şey O’nun tasarrufu altında, kudret ve iradesiyle olduğuna kesinlikle imân etmektir. Aynı zamanda O’nun mülkünde hiçbir ortağı olmadığına, “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) kudsi kelimesine ve hakikatlerine imân etmek ve kalben de tasdik etmektir.

İnkâr etmemekle iman etmek aynı mıdır?

Bediüzzaman, “İnkâr etmemek başkadır, imân etmek bütün bütün başkadır” der. Çünkü, kâinatta hiçbir şuur sahibi, kâinatın bütün atomları kadar şahitleri bulunan Allah’ı inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu yalanlayacağı için susar, ilgisiz kalır. Fakat Allah’a imân etmek, Kur’ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, bütün kâinatın şehadetine dayanarak kalben tasdik etmekle olur. Aynı zamanda elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak, günah ve emre muhalefet ettiği zaman, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.”

Günahlar çoğalır mı?

Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, yayılır, başkalarına da bulaşır, yüz olur. Bir tek sevap bazen bir kalmıyor. Belki binler dereceye yükselir. Günümüzde radyo ve televizyon ile işlenen günahların ve sevapların bir anda milyonlara çıkabildiği gibi.

Âhir zamanda bir şahsın hataları ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman “Eskide, acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o ahir zamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye sorar. Bu zamanda çeşitli sebeplerini sayarken radyonun tahribatına dikkat çeker. Günümüzde televizyon ve internet gibi medya unsurlarını da eklemek gerekir. Halbuki bunlar Allah’ın birer nimetleridir. Hava tabakasını bütün zerreleriyle şükür ve hamd ü senayla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten doğan beşer sefaheti o büyük nimeti şükrün aksine kullandığından, elbette tokat yiyecektir.

Günahlara severek girmek

Bediüzzaman’a göre, Nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğundan akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor. Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle kötülüklere, öyle günahlara severek giriyorlar. Bu durum kâinatı hiddete getiriyor.

Nefis şeytandan ders alırsa!

Said Nursî, şeytandan ders alan nefsin insanda açtığı yaraları şöyle ifade eder: “Şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. “Tarafgirlikle bakan hiçbir kusuru göremez.” sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur.” Nefis avukat gibi kendini savunur. Ortaya kusursuz bir nefis çıkar. Halbuki baştan aşağıya kusurlarla doludur. Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’de nefse güvenilmeyeceğini ifade eden Hazret-i Yusuf’un (a.s.) sözünü de delil getirir:“Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse, o başka.”

Gıybet günah mıdır?

Günlük hayatta en çok karşılaştığımız ve rahatlıkla işleyebildiğimiz günahlardan birisi de gıybettir. Gıybet (dedikodu) sözlükte: Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek, olarak açıklanır.

İnsanların savunma mekanizması “Biz olan şeyleri konuşuyoruz, kendisi burada da olsa söyleriz” şeklindedir. Halbuki olan şeylerin gıybeti olur. Bu durumu Bediüzzaman, “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” âyetini tefsir ederken açıklar, “zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.” der. Altı derece çirkin bir fiil olduğunu belirtir.

Yine Bediüzzaman gıybetin, “ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâh” olduğunu söyler. “İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip” kullanmayacağını ifade eder. Meşhur bir zat demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.”

Said Nursî gıybete bir de tarif getirir: “Gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.”

Gıybet salih amellere zarar vermektedir. Ateşin odunu yediği gibi; gıybet dahi salih amelleri yer, bitirir.

Gıybet, birkaç maddede caiz olabilir:

1. Görevli bir adama hakkını almak maksadıyla şikâyet etmek.

2. İş yapmak isteyen bir adam seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla iş yapma. Çünkü zarar göreceksin.”

3. Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için demek: “O topal adam filân yere gitti.” gibi.

4. Gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği günahlarla iftihar ediyor, zulmüyle lezzet alıyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor.

Büyük günahları işleyen mü’min kalabilir mi?

Fıkıh kitaplarımızda büyük günahlara (kebair) geniş yer verilir. Sayıları oldukça fazladır. Bunlardan yedi tanesi üzerinde fazlaca durulur. Bunları sayıp diğerlerini fıkıh kitaplarına havale ediyorum: Adam öldürmek, zina, içki içmek, sıla-i rahmi kesmek, kumar, yalancı şahitlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak.

İnsanın nefsi, acele ve hazır bir dirhem lezzeti, ertelenmiş, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride gelecek bir sene azaptan daha çok çekinir. Hem insanda duygular galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz hazır bir lezzeti ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Hazır az bir sıkıntıdan, ileride büyük ertelenmiş bir azaptan daha çok çekinir. Çünkü tevehhüm, heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis de yardım etse, imân mahalli olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp olurlar. Şu halde, büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his, heves ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.

Fenalık ve hevesler yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır. İnsî ve cinnî şeytan, çabucak insanları o yola sevk edebiliyor. Çok hayret edilecek bir durumdur ki, ahiret âleminin sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın bütün ömrü boyunca dünyadan aldığı lezzet ve nimete karşılık geldiği halde, bazı biçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gitmektedirler.

İşte bu sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm, mü’minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile, günahtan uzaklaştırıp hayra sevk etmektedir.

Sıradan insanların önemsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini kendine nasıl çeker?

Küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür. Bütün varlıkları ilgilendirecek bir cinayettir. Çünkü kâinatın yaratılışının bir büyük neticesi ubudiyettir ve Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine karşı imân ve itaatle karşılık vermektir. Halbuki kâfirler, küfürdeki inkârıyla, varlıkların yaratılış maksatları ve bekalarının sebepleri olan o büyük neticeyi reddettikleri için, bütün varlıkların hukukuna bir nev’î tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri görünen ve masnuatın kıymetlerini ayinedarlık cihetinde yükselten Allah’ın isimlerinin (Esmâ-i İlâhiye) cilvelerini inkâr ettikleri için, o kudsî isimlere karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini düşürmekle, o masnuata karşı bir büyük hakarettir. Hem bütün varlıkların her biri birer yüksek vazife ile görevli Rabbani birer memur derecesinde iken, küfür vasıtasıyla alçaltıp, cansız, fâni, mânâsız bir yaratık menzilesinde gösterdiğinden, bütün mahlûkatın hukukuna karşı bir nev’i tahkirdir.
Küfür ve dalâlet günahı kâinatta Allah’ı tesbih eden varlıkların hukukuna bir saldırıdır. Bundan dolayı “Küfür ve dalâlet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.”

İmansızlıkta lezzet var mı?

İmansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebâirde birer aldatıcı şeytanî lezzet bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir lezzet yönü yoktur. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır. İşte, böyle hadsiz bir ebedî hayata çalışmayı ve imân gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmakta lezzet yoktur.

Günahların kabirde verdiği sıkıntılar

Dünya hayatının sonunda gidilen yer hiç şüphesiz kabirdir. Oraya ulaşıldığında ne yapılacaktır? Kabir kapısından amellerden başka bir şey geçemiyor ki. İnsan kabirde günah ve sevaplarıyla baş başadır. Bediüzzaman bu manzarayı şöyle tasvir eder: “İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

“İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.

Günahtan Korunma ve Kurtulma Yolları:

1. Manevî şirkete dahil olmak

Bediüzzaman’a göre, böyle fırtınalı bir zamanda, bu dehşetli hadiselere karşı, ihlâs kuvvetinden sonra en büyük kuvvet, “iştirâk-i âmâl-i uhrevîye” denilen manevî şirket düsturuyla birbirimizin amel defterine hasenat yazdırmaktır. Aynı zamanda dillerimizle, birbirimizin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve yardım göndermektir. Özellikle fırtınalı hücumlara hedef olan kardeşlerin, mübarek üç aylarda ve meşhur gecelerde yardımlarına koşmaktır.

2. (İman+Farzlar)- günahlar

İmanla hayatlanmak, farzlarla süslenmek ve günahlardan kaçınmakla Müslüman bu dünya hayatından da lezzet alabilir. Said Nursî şu sözüyle hayatı en güzel şekilde yaşamanın formülünü verir: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

3. Günahlara karşı mânevî polisler

Acaba adam öldürmek, zina, hırsızlık, kumar, şarap gibi sosyal hayatı zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve devletin bir polisinin görmesi yeterli mi?

O halde, her evde, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. Said Nursi’ye göre, Risâle-i Nur, salih amel noktasında, imân tarafında, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurmaktadır. Bu dünyada iman içinde lezzeti gösterdiği gibi, günahlar içinde de sıkıntıları, elemleri göstermektedir. Günah işleyen kişi cehennem hapsini ve Allah’ın gazabını hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtulmaktadır. İman, kalbde, kafada sürekli mânevî bir yasakçı bıraktığından, fena meyiller histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ deyip kovmakta ve kaçırmaktadır.

4. Günahlardan utanmak

Günahların insanlara verdiği utanma duygusu onları bir süre sonra terk etme yoluna götürür. Dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin verdiği utançtan kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır. Basından takip ettiğimize göre suç işleyen bazı kimseler suçlarını itiraf ederek karakollara teslim olmaktadırlar.

5. Nefsin kusurunu görmek

Şeytanın şerrinden kurtulmanın yolu Allah’a sığınmaktır. Bediüzzaman bunun yolunu şöyle çizer: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.” “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır.” diyen Said Nursî, kişi kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkacağını ve itiraf etse, affa müstehak olacağını da belirtir.

6. Hastalıklara sabretmek

Hastalıklara eğer sabredip şikâyet edilmezse, şu geçici bir hastalıkla sürekli pek çok hastalıklardan kurtulma imkânı vardır. En önce, sınırsız yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan imân ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir. O ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında bizlere gösterdiği acz ve zaaf penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.

7. Takva ve salih amel zırhına bürünmek

Kur’ân-ı Hakim’in nazarında, imandan sonra en çok esas tutulan takvâ ve salih ameldir.

Takvâ, yasaklardan ve günahlardan kaçınmaktır. Takvanın üç mertebesi vardır: 1. Şirki terk etmek, 2. Günahları terk etmek, 3. Allah’tan başkasını terk etmek.

Salih Amel: Emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.

Said Nursî, “Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır.” derken şerleri def etmenin faydalı şeyleri celb etmekten önce geldiğini ifade eder. Yani takvanın salih amelden önce geldiğini belirtir. Şu zamanın dehşeti karşısında çok önemli bir de müjde verir: “Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.”

8. Haramları terk etmek

Şu zamanın ağır şartları altında az bir salih amel çok hükmündedir. Takva içinde de bir çeşit salih amel vardır. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere karşılık sevabı vardır. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın hücumlarında bir tek kaçınmak, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli salih amellerdir.

9. Günahlardan korunmak için niyet etmek

Bediüzzaman, “Risâle-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir.” deyip günümüz günahlarına dikkat çekmekte ve “Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir.” demektedir. Said Nursî günlük hayattan şöyle bir örnek verir: “Bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz. Bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risâle-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır.”

10. İhlâs, sadakat ve tesanütle çalışmak

Sosyal hayata giren kimse hangi şeye temas etse, çoğunlukla günahlara bulaşmaktadır. Her yönden gelen günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir? Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, kurtulur?

Bu tehlikelere karşı, Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık talebelerinin aralarındaki esas düstur olan “iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrı” önemlidir. Yapılacak iş şudur: Her bir halis nur talebesi kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille karşılık verir. Bazı meleklerin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakikî, müttakî bir nur talebesi dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder. Kurtuluşa müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur dairesinde sadakat, hizmet, takvâ ve büyük günahlardan çekinmek derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.

11. Gıyaben duâ etmek

Günahlara bulaşan din kardeşlerine gıyaben, günahsız bir dille duâ etmek. O insanlara manen yardım etmiş oluyor. Sevab kefesine destek sağlanıyor.

Sonsöz

Risâle-i Nur’da, günahları, günahların açtığı yaraları ve tedavi çarelerini bulmaya çalıştık. İşlenen günahlara karşı en güzel silâh duâ, tevbe ve istiğfardır. Bediüzzaman Said Nursî’nin sözleriyle yazımızı bitirmek istiyoruz:

“Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol.”

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Amin!” demeli ve O’na yalvarmalı.”

Benzer konuda makaleler:

3 Yorum

  1. Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir.?

    Çok güzel bir çalışma..Çok harika bir hakikatler birlikteliği…Allah razı olsun…

    Konuya girişin yapıldığı yukarıdaki cümle ve o cümlenin geçtiği yerde ifade edilen muaazzam mükemmel bir mesele..hem tesbit hem müjde hem şevklendirici,hem düşündürücü manasıyla;

    [u]İnsan cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber; pek yüksek bir ruhu taşıyor, pek büyük bir istidada mâliktir, hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır, sınırsız emellere sahiptir, hesapsız fikirleri vardır, hadsiz şeheviye ve gazabiye gibi kuvvetleri vardır ve öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, yaratılmış bütün türlere ve âlemlere fihriste hükmündedir. İşte böyle bir insanın o yüksek ruhuna genişlik veren, ibadettir; istidadlarını inkişaf ettiren, ibadettir; meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir; emellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini nizam ve intizam altına alan, ibadettir; şeheviye ve gazabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir; görünen ve görünmeyen uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir; insanı mukadder olan kemalâtına yetiştiren, ibadettir; kul ile Yaratıcı arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet insanlığın kemâl ve olgunluğunun en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.[/u]

    ifade edilmekle ..Had altına alınmamış ve bütün imtihanın muhatabı olan kuvvelerin “kuvve-i akliye kuvve-i şeheviye kuvve-i gadabiye”ıslah ve istikametinde ibadet mutlak şart olarak gösterilmiş…

    İbadet ile muhatab olunan ve kendisine ibadet edilen zat-ı Zülcelal olan Rabbimiz ,bu fiil ile ibadeti bir istikamet ve istihdam duayı kavli, hali, ıztırari ,şekilleriylekabul edip o kuvvelere”ibadet şartıyla”istikamet veriyor..manası hatıra geliyor…

    İmanın işleyişi ve hayattarlığı latifeler üzerinde”canlı tutulmak tazelenmek şartıyla”sirayet ediyor…İnsan iman ve amelinde yanlız olmadığından ,o irtibat kulu halıkı ile bağladığından..Bir uyanıklık ve muhafaza hali..Samimi fiiller ve sığınmalar ve havl ve kuvvet istemeleri karşılığında..kebairden azami içtinaba Rabbimiz fazlından içtinab ihsan ediyorur…

    Bütün emanet edilen latifelerin..Risale-i Nur Sözler Altıncı sözdeki;Ticareti azimede istimali;Rıza dairesinde bir istikamet ve istihdamı hıfz ve emanı temin eden bir duayı külliyedir denilebilir….

    Allah razı olsun tefekküere vesile oldunuz..Rabbimiz İbadet şuurumuzu bereketlendirsin….

    Selam ve dua

  2. S.A Degerli agbicim yazilarinla bizi aydinlattigin icin Allah senden Razi olsun sihhatli vede hayirli uzun ömür versin.
    Kardesin Turgay

  3. allah bizi ve sizi af eylesin allah ne muradınız varsa versin ben bir risali nur talebesi olarak bu zamanın en çok aydınlatıcı ve kalıcı eser ve üstadımızın risali nur kitaplarıdır acı da olsa ama gerçektir üstadımızın yaşadıkları lütfen ey insanoğlu aklını başına al ve ibadet et iyi günler

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*