Risale-i Nur’un dili

Risale-i Nur’un İstanbul’da neşre başlaması hizmetinin öncü ve isimsiz kahramanlarından, beş yıl önce 5 Ocak’ta rahmet-i Rahman’a tevdî ettiğimiz Hakkı Yavuztürk, eserlerle ilk tanışmasını anlatırken şöyle diyor:

“Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Haşir Risalesi’ni, Bediüzzaman Hazretlerini tanımadan önce, 1952 sonbaharında okumuştum. Önceleri pek birşey anlamamıştım. Dua kitabı telâkkîsiyle okuyordum. Bilâhare risale okuma toplantılarına gidip gelmeye başlayınca, bu eserlerin tefekkürle okunması lâzım geldiğini anladım. Böyle okudukça da, her geçen gün kendimde bir başkalık hisseder oldum. Çünkü eserlerde o zamana kadar duymadığım izah tarzları, hadiselere ve meselelere farklı bakış şekilleri vardı.”

(Yeri gelmişken, Yavuztürk’ü risalelerle tanıştıran ve hayli zamandır yoğun bakımda tedavi gören—Şule Yüksel Şenler’in ağabeyi—muhterem Üzeyir Şenler’e hayırlı şifalar diliyoruz.)

Yavuztürk’ün anlattığı serencam, eserlerle ilk tanışan herkesin ortak tecrübesini yansıtıyor.
Gerçekten, bu eserleri ilk okuyan herkes bir “anlama zorluğu” problemi yaşıyor. Çünkü kullanılan dil “ağır” geliyor. Ama ilk karşılaşmada pes etmeyerek sebatla okumaya devam etmek, kişiyi zaman içinde o dile aşina hale getiriyor.

Ve bu aşinalık güçlendikçe, o dilin şifreleri birer birer çözülerek, okuyanın dimağ ve kalbinde yeni ufuk ve pencereler açılıyor, daha önce hiç farkında bile olunmayan çok orijinal hakikatleri keşfetmenin manevî haz ve lezzeti yaşanıyor.

Eserlerin izahlı ve müzakereli okunduğu sohbet ortamlarına iştirak de bu süreci destekliyor.

Öte yandan, risalelerin Türkçe, Arapça, Farsça ve biraz da Kürtçe kelimelerden örülen orijinal dili, okuyanları öncelikle Kur’ân terminolojisine yaklaştırırken, aynı zamanda İslâm kültürünün en önemli ortak paydalarından birini inşa ediyor ve okuyanlarını yaklaşık bir asırdan beri dil devrimleri ile üzerinde çok oynanıp tahrip edilen hakikî Türkçe ile tekrar buluşturuyor.

Saff-ı evvel Nur talebelerinden Milaslı Halil İbrahim’in şu  ifadeleri bu mânâyı vurguluyor:

“Şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risale-i Nur Türkçede, lisan üzerinde de imam olacak, yani yarın halis Türkçe olan Risale-i Nur kesb-i imtiyaz edecek (ayrıcalık kazanacak)…” (Emirdağ Lâhikası, s. 181)

Bu dilin edebî boyutunu da, İslâm şairi Mehmet Âkif bir edipler meclisinde şöyle ifade ediyor:

“Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın ancak bir talebesi olabilirler.” (Sözler, s. 1241)
Şiirdeki ustalığı ile “İkinci Âkif” olarak anılan büyük edip, mütefekkir ve gönül insanı Ali Ulvi Kurucu ise Önsöz’de şu ifadeleri kullanıyor:

“Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir zenginliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 38)

Bunlar, risalelerin ilk bakışta anlaşılmaz gibi görünse de, içine girildikçe gizemli bir cazibedarlık kazanan Kur’ânî dil ve üslûbundaki meziyetleri vurgulayan tesbitlerden sadece birkaçı.

Bilirkişi olarak eserleri inceleyip raporlar vermiş olan ceza hukuku profesörü Sulhi Dönmezer’in, “Kitapların Türkçesi bugünün gençlerinin anlayabileceği nitelikte değildir. İfadeler fevkalâde eskidir. Köylü vatandaşların bunları okuyup anlayabileceğini ise hiç sanmıyorum” dedikten sonra, “Bu bakımdan, yüz binlerce insanın bu kitaplara olan ilgisi benim daima hayretimi mucip olmuştur” (Necmeddin Şahiner, Aydınlar Konuşuyor, s. 268) ifadesiyle dile getirdiği şaşkınlığın izah ve cevabı bu tesbitlerde.

Birçok aydının “Dili eski, kimse anlamaz” dediği bu eserleri, okullu gençlerle tahsili olmayan köylülerin de dahil olduğu milyonlarca insanın on yıllardır anlayarak ve iştiyakla okumaya devam etmesi, sadeleştirme gibi çabaların abesiyet ve anlamsızlığını da açıkça gözler önüne seriyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*