Risale-i Nur´un Metod ve Gayesi

BİRİNCİ BÖLÜM

Risale-i Nur’un meslek ve meşrebi

Bir fikir hareketi ya da bir düşünce sistemi incelenirken, evvelâ incelemeye esas olabilecek bazı temel kriterler ortaya koymak ve bu kriterler çerçevesinde sistemi birtakım ciddi süzgeçlerden geçirmek ve mihenge vurmak gerekir. Çünkü tahkik mesleği bunu emreder, hakikat bunu ister. Böylece o aksiyon, o düşünce sisteminin gerçek değeri, mahiyeti ve önem derecesi ortaya konulmuş olur.

Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman Said Nursî Münazarat isimli eserinde, “Hiçbir müfsit ben müfsidim demez. Dâimâ sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez, ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz” demektedir.1
Biz de bu gerçekler ışığında “mihenk taşı” niteliğinde bazı sualler belirledik. Kanaatimizce, fikir hareketleri, düşünce sistemleri aşağıda sıralayacağımız sualler ile ciddi bir biçimde test edilmelidir. Böylece, sistemin temel çizgisi, kökeni, derinliği, mizaç, hedef ve mahiyeti–belli ölçüler içerisinde–anlaşılmış olur.

Sistemlerin test edilmesinde belirlediğimiz sualleri şöyle sıralayabiliriz:

1. Test edilecek fikir hareketi ve düşünce sistemi fıtrat kanunlarına uygun mudur?

2. Menbaı (kaynağı), me’hazi, kökeni nedir? Arzî midir, semâvî midir? Nerelerden ve kimlerden beslenir, güç alır?

3. İnsanın iç iklimine yaptığı etki nedir? Bu etki, sathî (yüzeysel) ve şeklî midir, yoksa hayattar, dinamik ve derûnî midir?

4. İçtimaî bünyenin tesis ve tekmiline kuvvet verebilecek “temel değerleri” nelerdir? Sosyal yapı ve beşerî ilişkiler açısından belirlediği “esaslar,” “hedefler” var mıdır? İçtimaî hayatta istikamet, müsbet hareket, sükûn ve huzuru mu esas alır, yoksa gayesi kin, kan ve intikam mıdır?

5. Eğitici, öğretici, ufuk açıcı ve yol gösterici midir; yoksa, slogan üretici, uyutucu, avutucu, his ve hevayı tahrik edici midir?

6. Tek yönlü, tek hayatlı, sırf dünya boyutlu mudur? Yoksa, madde ile mânâyı mezceden, dünya ile ukbayı ahireti birlikte kucaklayabilen bir mizaçta mıdır?

7. Dahili ve haricî, menfî ve yıkıcı cereyanların etkisinde midir? o­nların yörüngesine girip, o­nlara âlet ve tâbi olabilir mi?

Tebliğimizin ilk bölümünde bu suallerle ilgili bazı değerlendirmeler yapılacak ve Risale-i Nur’un meslek ve meşrebi yukarıda sıraladığımız sualler çerçevesinde özet bir biçimde açıklanacaktır. Tebliğimizin ikinci ve üçüncü bölümlerinde “Risale-i Nur’un metod ve gayesi” genel hatlarıyla ve sistematik bir yaklaşımla, suallere cevap olabilecek bir nitelikte beyan edilecektir.

***

Birinci sual:

Risale-i Nur fıtrat kanunlarına uygun mudur?

Bu suale cevap vermeden önce fıtrat kanunları hakkında kısaca açıklamalarda bulunalım:

Fıtraf kanunları: Cenab-ı Allah’ın, “âdetullah,” “sünnetullah” diye tabir ettiğimiz kâinatta vaz ettiği ve âlemde câri olan kanunları ile insanın mahiyetine dercettiği kanunlarının hey’et-i mecmuasıdır. Bu kanunların bir kısmi, kâinatta cârı olan kanunlardır ki, bu kanunları bugünkü tatbîkî ilimler keşfetmektedirler. Meselâ, yerçekimi kanunu, suyun kaldırma kanunu gibi… Diğer kısmı, insanın hilkatine dercedilmiş kanunlardır. İnsan fıtratına nakşedilmiş kanunlardan bazılarını önemine binaen zikredelim:

* “Beşer dinsiz yaşayamaz.”

* “İnsan fıtratında mülkiyet esastır.”

* “İnsan acz ve zaaf üzere yaratılmıştır. Şefkate muhtaçtır.”

* “İnsan ihsanın kölesidir.”

* “İnsan tahakküm ve terörden hoşlanmaz.”

* “İnsan sadece maddî ve süflî bir varlık değildir. Midesi rızka muhtaç olduğu gibi, kalb ve ruhu da mânevî rızıklara muhtaçtır.”

* “İnsan ebed için halk olunmuştur. İnsan fıtratı ebediyeti arar, bekayı ister.”

* “İnsan sevdiğini anar, sevdiğini zikreder.”

*İltica, istiğfar, istimdat, dua ve talep fıtratın vazgeçilmez lâzımlarındandır.”

* “Fıtrat; insaniyete lâyık itibar ister.”

Kâinata vaz edilmiş, fıtrata nakşedilmiş bu kanunlar kâinattan koparılıp atılamaz, fıtrattan sökülüp çıkarılamaz. İnsaniyet bu kanunlar arasındaki ilişkiyi kavradığı, dengeyi tesis ettiği zaman kemalini bulur. Ancak, fıtrata nakşedilen bu esasları keşfetmek, kanunlar arasındaki dakik dengeyi kavramak, fıtrattaki bu muvazeneyi ş: tefsir etmek ve hayatın bütün tabakalarına, beşerin bütün ilişkilerine hikmet ve adaletle tam yansıtabilmek beşerin takatının fevkindedir. Bu sebeple beşer, bu esasları ders verecek, bu hakikatleri talim ettirecek bir muallime, bir mürebbiye, bir müfessire muhtaçtır. Bu muallim ve müfessir ise Kur’ân-ı Kerimdir, Furkan-ı Hakimdir. Bu hakikat Risale-i Nurda şöyle dile getirilir:

“Evet, Kur’ân-ı Hakim, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanın yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir.”2

Bediüzzaman’a göre, şu muhteşem; muazzam ve mükemmel olan kâinat bir kitab-ı ekberdir. Kur’ân-ı Hakim ise, “kâinat kitabınin kıraatıdır ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelisinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.”3 Bediüzzaman’daki bu tespitler bizi şu neticeye ulaştırmaktadır: Fıtrat kanunlarını anlayabilmek için Kur’ân-ı Kerimi mütalâa etmek şarttır.

Risale-i Nur Külliyatını okuduğumuz zaman şu realite ile yüz yüze geliriz: Risale-i Nur’un yüklendiği görev, kâinatta ve insan fıtratında câri olan fıtrat kanunlarını açıklamaktır. Risale-i Nur, Kur’ân-ı Kerim’in hakiki ve mânevî bir tefsiri olduğu için o­nun maksadı; kâinat kitabını okumak, fıtratın gayesini, hilkatin neticesini beyan etmektir. Çünkü, Cenab-ı Hak kâinatı insan için, insanı da marifet ve muhabbeti için halk etmiştir. Bu hakikatları Bediüzzaman’dan dinleyelim:

“Katiyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır: o­nlar o­nsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. o­nu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?”4

İşte Risale-i Nur’ların ilk ve en birinci gayesi, fıtratın en yüce neticesini anlatmak; yani Allah’ı bildirmek, o­nun muhabbet ve marifetini kalb ve ruhlara nakşetmektir. Altı bin küsur sayfalık Risale-i Nur Külliyatı’nın mihveri budur. Hep bu mânâ etrafında döner, durur. o­nu anlatır, o­ndan bahseder. Kalb ve gönülleri bu mânâ için tutuşturur, yakar. Fıtratı aşk ile yoğrulmuş gibi sermest-i cami-i aşk olan Mevlânâ Câmi bu hakikati şöyle vecizleştirir

* Yeki hah: Yani yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
* Yeki han: Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
* Yeki cuy: Biri talep et, başkaları lâyık değiller.
* Yeki bin: Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar.
* Yeki dan: Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
* Yeki guy: Biri söyle, o­na ait olmayan sözler, mâlâyani sayılabilir.5

Bediüzzaman içtimai hâdiselerdeki başarının sırrını da fıtrat kanunları ile açıklamaktadır. o­na göre, beşerin içtimai hayatında bir çığır açan fıtrat kanunlarına uygun hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.6 İçtimai çarklar altında kalır, ezilir. Fıtrata muhalefet edene fıtrat muvafakat vermeyecektir.7 Bunun tarih sahnesinde yaşanan en canlı örneği komünizmdir. Çünkü komünizm fıtrata muhalefet ettiği için yıkılmıştır. Fıtrata muhalefet eden bütün sistemler er geç yıkılacak, param parça olacaktır.

Bediüzzaman, İslâmiyet ile fıtrat kanunları arasındaki ilişkiyi şu cümleler ile dile getirmektedir:

“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazaneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal (bağlılık) peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden (sarsıntıdan) vikaye eden (koruyan) yegâne bir âmildir.”8

İkinci sual:
Risale-i Nur’un menbaı, me’hazi nedir? Arzî midir, semâvî midir? Nerelerden ve kimlerden beslenir?

Risale-i Nur’un me’hazi, menbaı Kur’ân-ı Azimüşşandır. Rehberi Peygamber-i Zîşan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çizgisi, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin cadde-i kübrasıdır. Cemiyeti ayakta tutan, insanları birbirleriyle pekiştiren kuvvetler içerisinde hiçbir kuvvet din kuvveti kadar müessir olamaz ve dinî kuvvetin yerini tutamaz. Vicdanın tâ derinliklerine kadar inmek, kalp ve ruhları hakikatlere raptetmek, hissiyat-ı insaniyeti aşk ve şevk ile uyandırmak için me’hazin kudsî olması lâzım ve elzemdir. Kuvvetler kutsileşmedikçe ve kudsiyet umumiyet ve külliyet kesbetmedikçe, tesir cılız ve sönük kalır. Me’haz kudsî olursa, tesir köklü, derin, küllî ve dâimî olur. Bu hakikati Bediüzzaman şu cümleler ile ifade eder:

“Me’hazin kutsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde te’sirat gösteriyor; o­nun ile ahkâmı umuma kabul ettiriyor.9

İşte Risale-i Nur, Kur’ân’ın kutsiyetinden telemmü eder, o kutsiyeti terennüm eder. Bediüzzaman şöyle der

“Elde Kur’ân Bibi bir mucize-i bâki varken, başka bürhan aramak aklıma zâit görünür.

“Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”10

Üçüncü sual:

Risale-i Nur’un insanın iç ikliminde yaptığı etki nedir? Bu etki sathî ve şeklî midir, yoksa hayattar, dinamik ve derunî midir?

Risale-i Nur insanın iç mimarîsini esas alır, o­nun nakşına yönelir. Etkisi derin, hayattar ve köklüdür, ruhu şekillendirir, düşünce ufkunu açar, akıl ve kalbin imtizacını sağlar. o­nun etkisi, insanı en büyük ve en mükemme1 bir değişime hatırlamaktır. Risale-i Nur, insanın iç iklimine rıza-i İlâhî, ihlâs, hasbîlik, saffet ve samimiyet gibi hissiyatları yerleştirir. Batı dünyası, Garb medeniyeti bu hisleri bilmez, bu kavramları tanımaz. Çünkü bunlar imânî, amelî, vicdânî ve hâlîdir. Kavlî ve lisanî değil. Bunlar para ve maddenin içinde aranmaz, şan ve debdebenin içinde bulunmaz.

Risale-i Nur’un etkisi, hayat ve ameldedir. Davranışlarda görünür, simada okunur. Bu münasebetle bir hatıramı aktarmak istiyorum:

Yıllar önce mektep ve medrese görmemiş köylü bir zatla tanışmıştım. Ara sıra yanıma uğrar, hal hatırımı sorardı. Bir gün bir sohbet esnasında elindeki Risale-i Nur’ları göstererek, “Bu kitaplarda acîp bir iksir, müthiş bir tesir var” dedi.

“Nereden biliyorsun? Okuyup tetkik ettin mi?” diye sordum.

Bana, “Benim doğru dürüst okur yazarlığım yok. Fazla okumuş da değilim. Fakat müşahede ettiğim ve izlediğim kadarıyla bende şu kanaat oluştu: Bir gencin cebine bu risalelerden bir tanesini koy, bir hafta sonra gel bak şekli değişmiş, hali değişmiş, siması değişmiş…” dedi.

Dördüncü sual:

Risale-i Nur un içtimaî bünyenin tesis ve tekmiline kuvvet verebilecek temel değerleri nelerdir? Sosyal yapı ve beşerî ilişkiler açısından belirlediği esasları, hedefleri var mıdır? İçtimaî hayatta istikamet, müsbet hareket, sükûn ve huzuru mu esas alır, yoksa gayesi kin, kan ve intikam mıdır?

Risale-i Nur, içtimaî bünyenin sıhhat ve istikametine fevkalâde önem verir. İçtimai sükûn ve istirahat-ı umumiyenin tesisine çalışır. Yıkıcı; dağıtıcı, parlayıcı ve parçalayıcı hareketlere aslâ itibar etmez. Müsbet hareketi bir vazife olarak görür, bir şiâr bilir. Menfî hareketlere müsaade etmez. Cemiyet bünyesinde muhabbet ve kardeşliği pekiştirir. İttihat, imtizaç ve ittifakın lüzumunu ortaya koyar. Dinimizdeki kardeşlik ruhunu söndüren Müslümanlar arasındaki muhabbeti, samimiyeti parçalayan hareketleri; yani kabilecilik, aşiretçilik, kavmiyetçilik, unsuriyetçilik menfii milliyetçilik gibi his ve fikirleri katiyyetle red ve tard eder.

Risale-i Nur, içtimaî bünyede istinat noktası olarak hakkı kabul eder. Hakkın hatırının âli kılındığı bir cemiyette zorba mecal bulamaz, kaba kuvvet tahakküm edemez. Hakkın adaletle dağıtıldığı, hakikatin incitilmediği bir cemiyette ittifak hayat bulur.

Risale-i Nur’un içtimaî bünyedeki hedef ve gayesi, rıza-i İlâhî ve fazilettir. Fazilet yerine madde ve menfaatin, alkış ve gösterişin sergilendiği bir cemiyette bütün ilişkiler dalkavukluk ve riyakârlık esasları üzerine kurulur, hakikî muhabbet ve tesanüt tesis edilemez.

Risale-i Nur’u, içtimaî hayatta teavün (yardımlaşma} düsturunu esas kabul eder. Fakirin, âcizin, garibin, muhtaç ve kimsesizin, yetim ve sahipsizin imdadına koşar. Boğuşmaya, çarpışmaya, kin ve kana müsaade etmez. İçtimaî hastalıkları bilim ve şefkatle tedaviye çalışır.

Beşinci Sual:
Risale-i Nur eğitici, öğretici, ufuk açıcı ve yol gösterici midir; yoksa slogan üretici, avutucu, his ve hevayı tahrik edici midir?

Risale-i Nur’un mesleği okuma mihveri üzerine kurulmuştur. Amacı, muhataplarını hakikat ve marifet ile eğitmek, okutarak o­nlara şahsiyet kazandırmaktır. Risale-i Nur’un mütalâası lezizdir. Metodu ikna edicidir. Meseleleri mantık ve muhakeme esaslarıyla ele alır, delil ve bürhanlarıyla yoğurur. Aklın istifadesi yanında kalb, ruh, sır gibi diğer latifelerin de hissesini verir; keyfiyeti yüksek, ufku geniş, hamiyeti büyük dâvâ ve ideal elemanları yetiştirmeyi gaye edinir.

Risale-i Nur’un eğitim ile ilgili şu açıklayacağımız metodu kanaatimizce eğitim müesseselerini ve pedagoglar tarafından incelenmelidir. Bediüzzaman, “Bâtılı tasvir, sâfi zihinleri idlâl eder (dalâlete götürür)” demektedir. Bu sebeple Risale-i Nur’un eğitim tarzı, bâtılı anlatmadan müsbeti vermek, yara açmadan tedavi etmektir. Çünkü fena şeylerle meşgul olmak kalb ve ruhta menfî iz bırakır, saf zihinleri bulandırabilir. Risale-i Nur sloganlar ve menfi fikirler yerine, kalb ve gönüllere nuru yerleştirerek zulmeti izale ediyor; iyiyi öğreterek fenayı fark ve tefrik ettiriyor; hakikati ders vermekle bâtıldan kurtarıyor.11

Altıncı sual:
Risale-i Nur tek yönlü, tek hayatlı, sırf dünya boyutlu mudur? Yoksa madde ile mânâyı mezceden dünya ile ukbayı (âhireti) birlikte kucaklayan bir mizaçta mıdır?

Günümüzde ve tarih boyunca Batı orijinli düşünce sistemleri, insan realitesini genellikle madde ağırlıklı ve tek boyutlu olarak ele almış olduklarından insanın mahiyet ve derinliklerine, melekûtî inceliklerine ulaşamamışlardır. Neticede tek kanatlı kalmış, dengeyi tesis edememişlerdir. Halbuki Risale-i Nur, gerçek saadet ve hayat kaynağı olan İslâmiyet’in esaslarını terennüm ettiği için insanın dünyevî, içtimaî görev ve sorumlulukları yanında âhiret sorumluluğunu, kulluk görevlerini de fevkalâde hassasiyet ve ciddiyetle nazara verir.

“Elbette en bahtiyar odur ki; dünya için âhireti unutmasın; âhiretini dünyaya feda etmesin; hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın; mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin.”12 der.

Yedinci sual:
Risale-i Nur dahilî ve haricî, menfi ve yıkıcı cereyanların etkisinde midir? o­nların yörüngesine girip, o­nlara âlet ve tâbi olabilir mi?

Bediüzzaman Said Nursî, hak ve hakikat, din ve adalet hesabına olmayan, belki inat, asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada emsali görülmeyen bir zulüm hesabına çalış an cereyanlara, değil taraftar olmak; hattâ, merakla o cereyanları takip etmenin, o­nların yalan ve aldatıcı propagandalarını dinlemenin ve zulümlerine bakmanın caiz olmadığını ifade etmektedir. Çünkü, zulme rıza zulümdür; taraftar olsa zalim olur. Meyletse-“Velâ terkenû ilellezîne zalemû fetemessekümünnar âyetine mazhar olur”13 demektedir.

Bediüzzaman’ın bu konudaki şu tespitleri fevkalâde dikkat çekicidir:

“İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuş malardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur’ân teberrî eder. Yardımcılıklarına, tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü o­nlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor, değil Kur’ân’a, İslâm’a yardım; belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur’âniye elbette tenezzül etmez Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlik-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’ân’a farz ve vaciptir.”14

Bu zamanda ehl-i gaflet, dalalet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye bilerek tercih eden gafil insanların nazarında bu kudsî hizmet-i imaniyeyi hiçbir cereyana tâbi ve âlet etmemek, bu Kur’ân hizmetini umumun nazarında tenzil etmemek için âfâkî, hâricî meselelerle meşgul olmadığını söyleyen Bediüzzaman, bunun sebebini soranlara karşı şöyle demektedir:

“Tâ ki, kudsî hizmetimize zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki: İman hizmeti, iman hakaikî,bu kâinatta herşeyin fevkindedir, hiçbir şeye tabi ve âlet olamaz”15

“Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki, kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksat o­nu kirletemez ve hiç bir şüphe ve felsefe o­nu mağlûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın, bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

“İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve hâricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, o­nları arayıp tâbi olmuyor. Tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şüpheleri ve tereddütler izale eylesin.”16

İKİNCİ BÖLÜM

Çalışmamızın bu ikinci ve müteakip üçüncü bölümünde Risale-i Nur’un metot ve gayesi üzerinde durulmuştur. Risale-i Nur’un metot ve gayesi incelenirken, konuyu sistematik bir bütünlük içerisinde ele almak, tahlile esas olabilecek bir tasnif ile bir çerçeve çizmek ve bu çerçeve içerisinde, fazla ayrıntıya girmeden ana başlıklar altında açıklamalarda bulunmak gerekir.

Risale-i Nur’un mesleği, tarz ve üslûbuna iki açıdan bakılabilir.

Birincisi: Risale-i Nur mesleğinin esasları nelerdir. Diğer bir tabirle, Risale-i Nur’un mesleği hangi esaslar üzerine oturtulmuştur?

İkincisi: Risale-i Nur hizmetinin icrasındaki metotları nelerdir?

Bu iki bakış açısından Risale-i Nur Külliyatı ve hizmet tarzı hakkındaki tespitlerimizi özet bir biçimde sunacağız. Bu ikinci bölümde Risale-i Nur mesleğinin esasları açıklanacak, üçüncü bölümde ise Risale-i Nur hizmetinin icrasındaki metotlar üzerinde durulacaktır.

I. RİSALE-İ NUR MESLEĞİNİN ESASLARI:

1. Risale-i Nurun mesleği, hizmet-i iman, dâvâ-yı Kur’ân’dır.

Risale-i Nur mesleğinin esası; imana, Kur’ân’a hizmettir. Yaratılışın gayesi Allah’a imandır. En büyük dâvâ, bâki olan âlemi kazanmaktır. Cihan savaşlarından ve zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli dâvâ budur. Bâki ve ebedî bir âlemi kaybetmek veya kazanmak dâvâsı her Müslüman’ın başına açılmıştır. İman vesikası sağlam elde edilmezse, bu dâvâ kaybedilecektir. İşte Bediüzzaman’ın dâvâsının özü, özeti budur. Bu sebeple beşeri küfür bataklığından, fısk ve dalâlet çukurlarından kurtarıp, iman dairesine celb etmek, bu mânâ için çalışmak, didinmek, yanmak ve tutuşmak, o­nun dâvâsının mihverini oluşturmaktadır. İnsan sadece bir “yığın”, bir “ceset” değildir. İnsanın hayat felsefesi yalnız cesede hizmet etmek için değildir. Cesedi beslemek için kalp, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. o­nlar imha edilmez. o­nlar da idare ister.

“Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinat eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir.”17

Bu vazife, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır. Ve imanın ders ve takviyesidir.

Sefih medeniyet beşer ruhunda kapatılması müşkil gedikler açmıştır: Küfrün, ahlâksızlığın ezici, boğucu ve bunaltıcı etkisinden çözülen, hırpalanan, parçalanan insanlara kim el atacaktır? Bunlara kim hâmi olacak, kim yol gösterecektir? Bediüzzaman’ın ızdırabı budur. Bu ızdırabını şu cümleler ile dile getirmektedir:

“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. o­nun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”18

2. Risale-i Nur’un mesleğinin esası ihlâstır

Risale-i Nur’un yolu ihlâs yoludur. Necat ve kurtuluş ancak ihlâs iledir. Kur’ân’a hizmetteki muvaffakiyetin, kabul ve makbuliyetin mânevî şifresi ihlâstır. Amelde Allah’ın rızası esas alınmalıdır. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un en büyük kuvvetinin ihlâs olduğunu ifade etmektedir. Bu maksatla bir risale telif etmiştir. Bu risalenin başına “En az 15 günde bir defa okunmalı” kaydını koyması o­nun ihlâsa ne derece önem verdiğini göstermektedir.

Kur’ân hizmetini yürüten hakikat kahramanlarının riya, gösteriş, kıskançlık, hırs ve tama gibi pes hislerden sıyrılabilmelerinin yolunun ancak ihlâstan geçtiğini beyan etmiştir. Hubb-u cah, nazarı .kendine celb etmek ruhî bir marazdır. Risale-i Nur’un mesleğinde yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını esas yapmak gerekir.

Risale-i Nur bu derece muvaffak olmuşsa ve oluyorsa, herhalde bunun sırrı ihlâsta aranmalıdır.

3. Risale-i Nur’un mesleğinin esası uhuvvettir

Risale-i Nur’daki ilişki, hasbî, samimî, hakikî kardeşlik ilişkisidir. şeyh ile mürid, peder ile evlat arasındaki ilişki değildir. Nur talebeleri Kur’ân dersinde kardeş ve arkadaştırlar. Birbirlerinin muîn ve müzahiridirler. Bu düstur Risale-i Nur’da “fenâ fi’l-ihvan” tabiriyle ifade edilmiştir. Yani, birbirinde fani olmak, kardeşinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Eksiğini göre ta mamlamak, yırtığını görse dikmek, fenalığını görse o­na acımak, tahakkümle değil, lütuf ile ıslahına çalışmaktır.

İman, muhabbeti; İslâmiyet, uhuvveti iktiza etmektedir. Mü’minler arasında birlik, ittifak ve imtizaç rabıtalarını tesis eden bağlar Esmâ-i İlâhiyye sayısıncadır. Bu ilişkiyi Bediüzzaman şöyle açıklamaktadır:

“Her ikinizin Halikınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir… o­na kadar bir bir.”19

Bütün bu rabıtalar, kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirlerdir. Bu ilişîkiler maddî, şeklî, sathî, siyasî ilişkiler değildir. Bu ilişkiler kaynağını Kur’ân’dan alan, hamiyet-i diniyenin kudsî heyecanı ile coşan, dâvâ ruhu içinde bütünleşen ve kenetlenen ilişkilerdir.

4. Risale-i Nur un mesleği acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür

Risale-i Nur’un mesleği bu dört esas üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman’ın Kur’ân dan çıkartmış olduğu bu yol Allah’a vâsıl olacak en keskin, en selâmetli ve en kısa bir yol olarak nitelendirilmiştir. Mü’min, Allah’a karşı acz ve fakrını, naks ve kusurunu idrak ettiği nisbette terakki edecektir. Böylece acz o­nu ibadet yolu ile mahbubiyete, fakr yolu ile de Rahim ismine ulaştıracaktır. Bu yolda mü’min fıtratındaki acz ve fakr madenini işlete işlete tecellî-i samedaniyete bir ayna olacaktır.

Risale-i Nur’un mesleğinin dörtte biri şefkattır. Kur’ân nâmına ve âhiret hesabına mânen yıkılan ve dökülen insanlara şefkat elini uzatmak, o­nların kurtuluşu için çırpınmak, didinmek ve yoğun gayret göstermek de Nurun mesleğinin esaslarındandır.

Şefkat, aşk gibi, belki daha keskin ve geniş bir yoldur. Şefkat yolu, rahmet yoludur. Bediüzzaman şefkat noktasından bütün Müslümanlarla, hattâ bütün beşerle alâkadardır. Bu sözler o­nun yoğun şefkatini göstermektedir:

“Bana,’Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. 0 yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım o­na çarpmış, ne ehemmiyeti var? 0 müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görürler!”20

Risale-i Nur’un mesleğinin temel rükünlerinden birisi de tefekkürdür. Meseleleri büyük boyutlarda ele almak, dakik ve ince düşünmek, olayları fikir süzgecinş den geçirerek süzmek, rafine etmek; neticede tasnife, tahlile, terkibe ulaşmak, o­nun mesleğinin esaslarındandır. Risale-i Nur’da engin bir tefekkür vardır. Marifet ile ilgili tefekkür boyutu enfüsî ve âfâkîdir. Enfüsî tefekkürü, derin ve dakiktir. Hakikat-i insaniye haritasını ve mahiyet-i insaniye âyinesini mütalâa ederek i’zânî bir vicdan ve itmi’nan ile iman-ı tahkîkinin nihayetsiz derecelerınde yol katetmek, esrar-ı İlâhiye’de kulaç atmaktır.

Risale-i Nur’un kazandırdığı âfâkî tefekkür ise kâinat kitabını bab bab, sayfa sayfa, satır, satır, Allah namına, Esmâ hesabına okumaktır.

Risale-i Nur’larda tefekküre azîm rağbet vardır. Bu rağbet “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” hadis-i şerifindeki sırra yetişmek içindir.

5. Risale-i Nur’un mesleği sebat ve sadakattır

Risale-i Nur, “kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.”21

Ölünceye kadar, şartlar ne olursa olsun, yılmadan, çekinmeden hizmette sebat etmek, Risale-i Nur’lardaki düsturlara kanaat ederek izzet-i İslâmiye’yi muhafaza ile, Kur’ân dâvâsına sadakat göstermek de Risale-i Nur’un mesleğinin esaslarındandır.

İslâm tarihinde yaşadığı asırda kilit görevler görmüş büyük şahsiyetler ile isimlerini tarihe yazdırmış kahramanların en bariz vasıflarından birisi sadakattır. Dâvâ ruhu, sadakat ile yürür, sadakat ile yaşar. Bediüzzaman’daki sadakat, sadakat-ı sıddıkiyedir. Bu sözler o­nun sadakat ve kahramanlığını göstermeye kâfidir:

“Saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem.” “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem.”22

6. Risale-i Nur un mesleğinin esası, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlaktır

Elemde, kederde, zevkte ve sürurda, her halde ve her mekânda, her zamanda şevkini muhafaza etmek, ye’se düşmemek, bulunduğu durum ve şartlar ne olursa olsun rahmet-i İlâhiye’yi itham etmeden şükrünü ifa etmek de Risale-i Nur mesleğinin esaslarındandır.

Bediüzzaman’a göre “Yeis mâni-i herkemaldir. İslâm Âlemini param parça eden yeistir. Yeis, ümmetlerın, milletlerin seratan (kanser) denilen en dehşetli hastalığıdır.”23

Her türlü kemâlâta mânidir, korkak, aşağı ve âcizlerin vasfıdır.

Bediüzzaman, hakkında idam kararlan verildiği, her türlü ihanet plânlarının sergilendiği o korkunç ve karanlık dönemlerde bile asla ye’se düşmemiş, eğilmemiş, celâdetini, dinî izzetini muhafaza etmiştir. Gittiği her yere “dâvâ aşkı”nı, ümidi, şevki götürmüş, hamiyetleri alevlendirmiştir. Risale-i Nur’daki şevk, hâdiselerle gelen, hâdiselerle giden bir şevk değildir. Belki, şevk-i dâimîdir. Bunu, bizzat Risale-i Nur’dan dinleyelim:

“Evet, evet… Sivrisinek tantanasını kesse, balansı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.”24

“Evet, ümitvar olunuz! Bu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!”25

Risale-i Nur’daki esaslardan ikincisi ise, şükr-ü mutlaktır. Halik-ı Rahman’ın kullarından istediği en mühim iş şükürdür. Âlemde yaratılan her şey bir cihette şükre bakmakta, şükrü netice vermektedir. Hilkat şeceresinin meyvesi şükürdür.

“Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.”26

Şükrün nevileri bulunduğunu anlatan Bediüzzaman, o neviler içerisinde en câmi ve fıhriste-i umumiyenin namaz olduğunu ifade etmektedir.

“İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfiline düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâp eder.”27

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

II. RİSALE-İ NUR HİZMETİNİN İCRASINDAKİ METODLARI

l. Risale-i Nur Kur’an-ı Azimüşşana ayna olmuştur

Bediüzzaman’a göre, Müslümanların ahkâm-ı diniyede göstermiş oldukları lakaytlığın, tembellik ve ihmalin en mühim sebeplerinden birisi, yazılan eserlerin, telif olunan kitapların Kur’ân’ın me’hazındaki kutsiyeti lâyıkıyla yansıtamamalarıdır. o­na göre, kitaplar, içtihatlar Kur’ân’a cam gibi ayna olmalı, içinde Kur’ân’ı göstermelidir. Kitaplar vekil ve gölge olursa, me’hazdaki kutsiyet kaybolur. Çünkü cumhuru bürhandan ziyade me’hazdaki kutsiyet imtisale sevketmektedir.

“Bir adam İbn-i Hacer e nazar ettiği vakit, Kur ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”28

Eğer nazarlar bu tarzda Kur’ân’a çevrilse, zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilse, vicdanlar daha ziyade ikaz olunur, ruhların hakikate karşı bevki artar, Kur’ân’ın kutsiyet ve câzibesi vicdanları ihtizaza getirir. İman vasıtasıyla hakikatlerin telkini nefisleri etkiler, bu suretle Kur’ân doğrudan doğruya nefisler üzerinde bütün mânasıyla hâkim ve nâfiz olur.

İşte bu orijinal metoda Risale-i Nur’lar tam ayna olmuştur. Kur’ân’ın kutsiyetini şeffaf bir biçimde göstermek gayesiyle muhataplarını doğrudan doğruya Kuı,ân ile karşı karşıya getirip, kendi şahsiyetini tamamen azletmiştir. Hayatında, sohbetlerinde ve telifatında kendisine “Kutbü’l-Arifin,” “Gavsü’l-Vâsilin” süsü vermemiş, kendisini Kur’ân’ın bin dellâlı ve bir hizmetkârı olarak görmüştür.

Bu sebeple “Risale-i Nur’u okuyan, Müellifin şahsına bakmaz; doğrudan doğruya eserin içindeki hakikatlara, bürhan ve delillere hasr-ı nazar eder.”29

Risale-i Nur’un hizmetindeki muvaffakiyetin sırrını da Bediüzzaman şöyle ifade etmektedir:

“Ben görüyorum ki; Kur’ân-ı Hakîmin hakaikına ait bazı kemâlat, o hakaika dellâllık eden vasıtalara veriliyor. bu ise yanlıştır. çünkü, me’hazin kutsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde te’sirat gösteriyor; o­nun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani o­nlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kutsiyetin te’siri kaybolur.”30

Bu zamanda, “hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kırsın; herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat da, bu zamanda, bu şerâit dahilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.

“Kader-i İlâhî ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şeye âlet etmemek için beşerin zalimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor: Sakın, diyor, iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma; tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.

“İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgalan gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanış, kalplerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerâit altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur; konuşan yalnız hakikattir; hakikat-ı imaniyedir.”31

2. Risale-i Nur ilm-i akide ve kelâmda tecdid yapmıştır.

Risale-i Nur, iman hakikatleri ve İslâm esaslarını aklî ve mantıkî delillerle ispat ve izah etmiştir. Merhum Mehmed Akif’in,

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” beytiyle ifade ettiği mânâya Risale-i Nur tam ayna olmuştur.

Risale-i Nur, Kur’ân-ı Hakimin bu asrın idrakine bir dersidir. Risale-i Nur’larda Kur’ân hakikatleri, ilim ve tekniğin dili ile asrın idrakine uygun bir biçimde açıklanmıştır. Mantık ve muhakeme sentaksı içerisinde “sırr-ı temsil” metodu ile uzak hakikatler yakınlaştırılmış, dağınık meseleler sistematik bir yaklaşımla bir araya getirilmiş, en yüksek hakikatlere ulaşılmıştır. Aklın istifadesi yanında, nefis, hayal, vehim, heva gibi his ve duyguların da istifadesi gözetilmiştir. Metot olarak, uzak yerlerden dağları kazarak su getirmek yerine, Musa Aleyhisselâmın asâsı gibi, her yerde suyu bulmuş, asasını nereye vurmuşsa oradan âb-ı hayatı fışkırtmıştır.

“Risale-i Nur, sâir ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliya misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh vesair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar hakaik-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”32

Risale-i Nur aleyhinde yapılan sinsi plânlara, uydurulan yalan ve propagandalara rağmen o­nun yurt içinde ve dışında kemâl-ı iştiyak ile okunmasının sebeplerinden biri de iman ve küfür muvazenelerinde ortaya koymuş olduğu orijinal bir metot ile küf£r ve dalâletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstererek, hakikî ve elemsiz lezzetin ancak ve ancak imanda olduğunu ispat etmesidir.

Risale-i Nur, “Bu dünyada bir mânevî Cehennemî, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir Cennet bulunduğunu” ispat etmiş, “günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elim elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde, Cennet lezâizi gibi lezzetler bulunduğunu”33 gözlere göstermiştir. “Akibeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın yegâne çaresi; aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlup etmektir.”34

Risale-i Nur’daki bu metot, “imanın kuvvetini lakaytlığa, ibadetin iştiyakını sefahete hâkim kılmak”tır.

Bu asırda diğer dehşetli bir hal ise, küfr-ü mutlak, fen ve felsefeden ve küfr-ü inadîden gelen bir temerrüdün iman hakikatlerine karşı muaraza etmesidir. Bunlara karşı atom bombası gibi küfrün temellerini param parça edecek bir hakikat-i kudsiye lâzımdır. Bu hakikat, Kur’ân’ın elmas bir kılıcı olan Risale-i Nur’dur. Çünkü bu asırda mânevî cihad, iman-ı tahkikî kılıcı ile olacaktır: Dindeki “sâhib-i rüşt ve dâvâ” hakikatine bihakkın ayna olan ve hak ve hakikatleri gözlere gösteren Risale-i Nur’dur.

3. Risale-i Nur bir şahs-ı mânevî tesis etmiştir

Bediüzzaman’a göre, bu asırda komitecilik ve cemiyetçilik fikrinden doğan dehşetli dinsizlik şahs-ı mânevîyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük bir mânevi mertebede de bulunsa, küfür ve dalâletten gelen vesveseleri tamamıyla izale edemez. Dinsizliğin şahs-ı mânevîsine karşı mukabele edebilecek bir şahs-ı mânevî gerektir. Risale-i Nur, bugün milyonlarca insanı kendine celb etmiş, bir şahs-ı mânevî oluşturmuştur. Bu şahs-ı mânevî, siyasetçilik, cemiyetçilik, komitecilik, dernekçilik, kavmiyetçilik, bölgecilik, şahsiyetçilik gibi vasıf ve biçimler taşımaz. Bunlar, Kur’ân’ın mânevî ve hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur etrafında toplanan, o­ndaki hikmet ve marifete müşteri olan hakikat halkalarıdır. Bu şahs-ı mânevî, siyasî ve içtimaî anlamda bir teşkilat, gizli veya açık bir cemiyet değildir. Belki kalbî ve vicdanî bir ilişkiden kaynaklanan, bir “gönül birliği” ve bir “Kur’an mensubiyeti” dir.

Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin hizmet tarz ve anlayışı, maddî, siyasî, şeklî, sathî kalıplar içerisine girmez ve sıkıştırılamaz. o­nun şahs-ı manevîsinin hizmeti bir merkeze, bir şahsa, bir muhite münhasır değildir. o­nda, maddî, şeklî bir emir-komuta zinciri, alt-üst ilişkisi yoktur. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisi, bir “Kur’ânî yakınlaşma” ve “ulvî hisleri paylaşma” oluşumudur. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi, toplum hayatının en kuvvetli, en güçlü mânevî dinamiğidir.

Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi, farklı boyutlardaki insanı bir araya getirmiştir. Birbiri içinde merkezden muhite doğru açılan “talebe-kardeş-dost” olarak ifade edilen bu hakikat halkalarının hizmet sunuş yelpazesi çok yönlüdür. Bu tarz, içtimaî hayatın farklı, yaygın ve değişken cephelerine Kur’an hakikatlerini hasbî olarak ulaştırmayı amaçlamaktadır. Risale-i Nur’un meslek-i esası aynı olmakla birlikte, bütün bu farklı tezahürler meşrebe bakar, esasa taalluk etmez. Yani, Risale-i Nur, “tek-boyutlu,” “şablon” insan yetiştirmez. Risale-i Nur “İsm-i Câmi”ye mazhar olduğundan, o­nun küllî marifet, hikmet, hakikat, fikir ve hizmet çerçevesini herkes kendi idrak ve anlayışı, teveccüh ve kabiliyeti, ruhundaki kabul ve saffeti, azm ve gayreti nispetinde alır, öyle yansıtır. Bu meşrep anlayışı, hakaik-î nisbiyenin vuzuh ve huzuruna sebep olur. Tabiri caizse, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi içinde tek tip meyva ağacı yetiştiren bir bahçe değil, belki mütenevvi ağaçlar, meyveler, çiçekler, güller ve gülistanlar barındıran muhteşem ve mükemmel bir bahçe, tatlı bir iklimdir. Bu tezahürler kendi bütünlüğü içinde, belki “güzel,” “daha güzel,” “en güzel” nitelendirilebilir.

4. Risale-i Nur’un metodu müsbet harekettir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından önce vermiş olduğu en son ders, “Müsbet hareket” tir. Son dersinde şöyle der:

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmeti imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiye’ye karışmamaktır. Bizler âsayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”35

“Bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Vazifemiz, dahildeki âsayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlâhiye’ye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakka aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.

“Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, benim vazifem hizmet-i nuraniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.”36

Bediüzzaman bu memleket ahalisini birbirine karşı sertleştirecek, tarafgirlik ve iltizam hissini verebilecek, âsayiş ve sükûneti bozabilecek her türlü hareketten şiddetle kaçınmış ve talebelerini de kaçındırmıştır. o­nun şu sözlerı fevkalâde dikkat çekicidir:

Risale-i Nur, kırılmaz; o­na iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez.”37

Bediüzzaman’ın müsbet harekete ve âsayişe bu derece ehemmiyet vermesinin birçok hayatî ve köklü sebepleri vardır:

İçtimaî hayat bulanırsa, o­nun teskin ve durulması uzun bir zamana muhtaçtır, yeniden tesisi ve sükûneti büyük himmet ve gayret ister. İstibdad, terör ve anarşi ile çalkalanan içtimaî bir bünyede sağlıklı, sürekli ve müessir bir hizmet yapılamaz. Kur’ân hakikatlerinin kalp ve idraklere nakşı için içtimaî sükûn elzemdir. Olaylara “akıl-mantık-muhakeme” zinciriyle deşil “heyecanfizikî güç ve taraftarlık” hissiyle bakılırsa, zıtlaşma şiddet kazanır, içtimaî nabız yükselir. şiddetli çalkantılar cemiyetin iç huzurunu, kalbî bütünlüğünü bozar. Sükûnet giderse, o­nun yerini anarşi, istibdat ve terör doldurur. Bu içtimaî kargaşanın, fesat ve ihtilâllerin önünü kesecek ve durduracak sed, müsbet hareket etmektir.

Bediüzzaman, hayatında hiçbir kitap telif etmemiş olsaydı sadece takdim edeceğim şu vecizesi, kalbî duygulardan, niyet ve nazar dairesinden tutun tâ fert ve aile ilişkilerine, içtimaî ilişkilerden tutun tâ âfâkî ve geniş dairelere kadar hayatın bütün boyutlarında, beşerin bütün ilişkilerinde rahatlıkla kullanılabilecek bir reçetedir:

“Güzel gör, hem güzel bak. Ta güzel düşünmeli:
Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.
Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli.
Su-i zanla yeistir, saadet muharribi, hem de hayatın katili.”38

5. Risale-i Nur siyasetten tecerrüt etmiştir.

Bediüzzaman, hayatı boyuna fiilî siyasete asla itibar etmemiş, siyasetten tamamen tecerrüt etmeyi de hizmet tarzının esası olarak görmüştür. İçtimaî ve siyasî olayları gayet hakîmane ve mükemmel bir biçimde fikren tahlil edebilen bir zatın bu derece siyasetten tecerrüt etmesi, düşündürücüdür. Gerçekten, siyasetten tamamen uzak bir hizmet tarzı benimsemiş olması, o­nun düşünce ve fikirlerinin en orijinal, en “nemli ve dikkatle araştırılması gereken yönlerinden birisidir. Bediüzzaman neden bir parti kurmamış, siyasî bir model üzerinde çalışmamış, bütün himmet ve gayretini Kur’ân hizmetine tahsis etmiştir? Bu sualin cevabını, Risale-i Nur’ları tarayarak özet bir biçimde maddeler halinde sıralamaya çalışalım:

a. Bediüzzaman’a göre, içtimaî hâdiseler değerlendirilirken teşhis tam, sağlam ve sağlıklı olmalıdır. o­nun teşhisinin özeti şudur:

Milletin hastalığı zaaf-ı diyanettir. Kalpler bozulmuştur, iman zedelenmiştir. Bu zamanda, hayat-ı beşeriye yolculuğu bataklığa girmiştir. Pis ve kokuşmuş çamur içerisinde kafile-i beşer düşe kalka gitmektedir. Bunlardan ancak bir kısmı selâmetli bir yolda gitmektedir. Bir kısmı da mümkün olduğu kadar bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtalar bulmuştur. Fakat o gidenlerin %20’si sarhoştur. Dalâletten telezzüz etmektedir. 0 pis çamuru misk ü amber zannediyorlar, yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar, boğuluyorlar. Geriye kalan % 80’i ise mütehayyirdirler. Bataklığı biliyor, pis olduğunu hissediyorlar, dalâletten nefret ediyorlar, fakat çıkamıyorlar, yol bulamıyorlar. İşte bunlara nur vermek, nur göstermek gerektir.39 Siyaset topuzu ile kalpleri tenvir etmek zordur. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilemez. Bazı arızalar ile topuz kırıldığı zaman nur dahi uçar veya söner. o­nun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih etmiştir.

Dahildeki cihad-ı mânevî için, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır.

b. Risale-i Nur’lar, iman ve Kur’ân dersidir. Maksadı, rıza-ı İlâhîdir. İman dersi için gelenlere, kim olursa olsun tarafgirlik nazarıyla bakılamaz. Dost-düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır.40

c. Kalp, mide, beden, hane dairesinden tutun tâ mahalle, şehir, vatan, memleket, küre-i arz ve nev-i beşer, dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler vardır. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir.41 Fakat en küçük dairede (kalp dairesi) en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife vardır. En büyük dairede ise en küçük, muvakkat ve ara ,sıra vazife bulunabilir. Fakat büyük daire daha caziptir.

“Cazibesi ile meraklıları kendi ile meşgul eder. Hakiki ve büyük vazifeyi unutturur. Tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulmünü hoş görür, şerik olur.”42

Gaflet veren, dünyaya boğduran, âhireti unutturan en geniş daire siyaset dairesidir. Siyasî bir insanın ihlâs, saffet ve samimiyetini muhafaza etmesi zordur. Mücadele suretindeki hâdiseler karşısında güneş gibi bir iman lâzımdır ki tâ boğmasın. o­nun için, “Siyasetçi, ekserce tam müttaki ve dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar müttakiler de siyasetçi olamazlar. Halbuki dindar ise, bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci, üçüncü mertebede o­nu dine ve hakikate âlet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir.”43

d. Sırr-ı ihlâs siyasetten tecerrüdü emreder. Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini “siyasî propaganda” ithamı altında cam parçaları kıymetine indirmemek için siyasetten tecerrüd gerektir. Tâ ki o elmaslar kıymetini her kesimin, her taifenin nazarında parlak bir biçimde göstermiş. olsun, ihlâs kırılmasın.44

e. Siyaset dairesi bulaşıcı ve yaygın bir hastalıktır. İspanyol nezlesine benzer, fikri hezeyanlaştırır. Müslümanları tefrikaya atar. Kendi siyasi görüşünü paylaşmayan melek gibi bir mü’min kardeşine düşmanlık eder, kin besler; el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafgirlik eder, zulmüne rıza gösterir, cinayetine mânen iştirak eder. İcraatta adalet, hakkaniyet esaslarını zedeler, o­nun yerine siyasî tarafgirlik esas alınır, içtimaî râbıtayı bozar.45

f. Siyasî hâdiselerde “müteharrik-i bizzat değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz.”46 Siyasî olayların menbaı, tezgahı Batıdır. o­nların çirkef, çıkarcı oyun ve manevralarına bilerek veya bilmeyerek âlet olmak ihtimali vardır. 0 cereyanlara kapılanların hareketi hariç hesabına geçer, iradesi hükümsüzdür. Niyetinin hâlis olması fayda vermez.47

g. Bediüzzaman, fert psikolojisi açısından da siyaset ile meşguliyete taraftar değildir. Çünkü, âfâkî ve siyasî boğuşmaları merak ile takip edenler, tarafgirâne bakanlar, ruhlarını sersem, akıllarını geveze ederler. Siyaset bu zamanda kalpleri ifsat eder, asabî ruhları azap içerisinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-ı ruh isteyenler siyaseti bırakmalıdırlar.48

h. Kur’ân-ı Hakimin hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir kutsiyet ve ulviyeti vardır. Doğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzül edemez. Bize ve merakımıza dairemiz içinde ezvak-ı mâneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.49

6. Risale-i Nur’un aksiyon gücü orijinaldir.

Risale-i Nur hizmetinin aktif, güçlü ve sürekli bir aksiyon gücü vardır. Bu gücün kaynağı imandır. İmar inkişaf ettiği nispette fertte aksiyon da inkişaf eder. Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”50

Kalplere sahip çıkamayan, ruhları tutuşturamayan hizmetler zahiren ve şeklen ne kadar büyük görünürse görünsün, hakikat noktasında çabuk parlayan, alevleri s”nen saman ateşine benzerler, kalıcı ve etkili olamazlar. ş Risale-i Nur’un aksiyonu en büyük bir mânâ içindir. “Akıl-kalp-ruh” üçlüsünü esas aldığı için slogan değil, hayat ve tatbikattır. Yıkım, paralama, parçalama, hiddet, fizik gücü, silâh değil; aşk-ı hakikat, kalbi irşattır. Sistemsiz, hedefsiz, gayesiz değildir. o­nun aksiyon gücü âsayiş ve emniyetin teminine yardım eder, fitnenin kapısında durur, içtimaî yıkım ve çalkantılara fırsat vermez. Bu aksiyon, bozulan, başkalaşan çarkları rıfk ve mülâyemetle, şefkat ve merhametle tedaviye çalışır. o­nun aksiyonu nakkaştır, kalplerin derinliklerine kadar iner, hissiyatın en incelerini heyecana getirir, ulvî istidat lan inkişaf ettirir.

Risale-i Nur’un aksiyon gücünün etkinliğini ifade etmesi açısından yaşanmış bir olayı dile getireceğim:

1985 yılında sıkıyönetim mahkemesinde Risale-i Nur’lardan dolayı yargılanan bir Nur talebesinin koğuşuna-muhtemelen-ASALA örgütüne mensup bir Ermeni getirilir. İstanbul doğumlu bu Ermeni vatandaş gayet güzel Türkçe bildiğinden aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Ermeni sorar:

“Sen ne suç işledin? Ne diye seni buraya getirdiler?”

“Bir suçum yok. Sadece kitap okuduğumuz için…”

“Ne kitabı?”

“Risale-i Nur.”

Risale-i Nur’ kelimesini işitince, Ermeni bir an durur ve dudaklarından şu kelimeler dökülür:

“Nurculuk… Dünyanın en sessiz, fakat en kuvvetli gücü.”

7. Risale-i Nur’un eğitim ve öğretim metodu mükemmeldir.

Risale-i Nur bütün vatan sathında yaygın ve sürekli bir eğitim tezgâhı kurmuştur. Vatan sathında bir mektep, bir irfan müessesesi haline getirmiştir. Bugün Risale i Nur Türkiye’de ve dünyada 7’sinden 70’ine kadar uzanan yaş grupları tarafından iştiyakla ve sürekli olarak “gürül gürül” okunmaktadır. Hiçbir zorlama ve aralarında maddî bir bağ bulunmadığı halde, belki milyonlarca insanın Risale-i Nur’un ders ve hakikatlerinin etrafında-lillah için-kenetlenmeleri Kur’ân namına büyük bir hizmet ve ehemmiyetli bir olaydır. İslâm tarihinde, hiçbir müellifin yazmış olduğu eserin etrafında bu derece bir içtima yaşanmamıştır. Risale-i Nur, Sahabe mesleğinin bu asırda bir cilvesi olduğundan, o­nun eğitim modeli doğrudan doğruya Asr-ı Saadetteki “Darü’lErkam” modelini yansıtmaktadır.

Risale-i Nur’un eğitim ve öğretim metodu mü’minlerin, özellikle genç nesillerin Kur’ân terbiyesi ile yetiştirilmelerine büyük önem verir. Eğitimdeki amacı, kemiyetten ziyade, keyfiyete bakar. Bu anlamda “Ashab-ı Suffa” tarzını örnek alır, “1000 koyuna bedel bir aslan” felsefesini yansıtır.

8. Hizmetin icrasında ecir ve ücret istemez.

Risale-i Nur, neşr-i hakta enbiyaya ittiba eder. Yani hizmetinin karşılığında ecir ve ücret istemez. ücretini Cenab-ı Allah’tan bekler, bu dünya hizmet yeridir, ecir ve ücret yeri değildir. Risale-i Nur un bu metodu riyasız, alkış ve gösterişten uzak, sâfi bir hizmet metodudur. Risale-i Nur bu tarzı ile “şâşaasız hizmet” düsturunu esas almıştır. Halktan istiğna ve iktisada riayet ile de, ilmi vâsıta-i cer etmekten kurtarmış, ilimdeki izzetini muhafaza etmiştir.

SONUÇ:

Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî isimli eserinde, “Ben kasemle (yeminle) te’min ederim ki; Risale-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ân’ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini te’yid ve ispat ve neşirdir. Halik-ı Rahîm’ime yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış” demektedir.

Bu ifadelerin ışığı altında biz de tebliğimizde, Said Nursî’nin şahsiyetini nazara vermek değil, belki o­nun Kur’ân a ve İslâm’a yapmış olduğu hizmeti anlayabildiğimiz ölçüde sizlere aktarmaya gayret gösterdik. Biraz uzun gittik, sabrınızı taşırdık. Ancak, böyle bir allâme-i Kur’ân’ın, böyle bir sahib-i zamanın Kur’an namına medih ve senâsı herhalde israf olamaz. Çünkü o Kur’ân’ın emrindedir, Kur’ân’ın şakirdidir.

Çünkü o, asrın bunalımlarını teşhis etmiş Lokmanı Hekim, tabib-i iman, dellâl-ı Kur ân, mânâ âleminde mütehassıs-ı cihandır.

Bediüzzaman, asrın hastalıklarına Kur’ân’ın eczahanesinden ilaçlar sunan tabib-i zamandır.

Bediüzzaman, sünnet-i Resûlullah’ın ihyasına çalışan ve Kur’ân’ın kutsiyetini ilân eden dellâl-ı Kur’an’dır.

Bediüzzaman, kurtuluşu Kur’ân’da arayan, nazarları Kur’ân’a celb eden rehber-i zamandır.

Bediüzzaman, dâvâ-yı Kur’âniye’nin mes’uliyetini omzuna almış nâşir-i nur-u Kur’ân’dır.

Bediüzzaman, kalb-i küllîyi ve vicdan-ı umumîvi hikmet-i Kur’âniye ile tamireden mimar-ı imandır.

Bediüzzaman, marifetullahın esrarında kulaç atar; küheylân-ı zamandır, muarrif-i Kur’ân dır. Ve nihayet, beklenen ümid-i İslâm’dır.

Bediüzzaman, mesleğini sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Çizdiği. yol hakîmanedir ve fıtrata uygundur. İnsana en lâzım olandan başlamış, beşeri “Tevhid”e çağırmıştır. Müntesiplerini fikrî, kalbî ve ruhî bir istihaleden geçirerek tefekkürün engin ufkunda gezdirmiş, müstakim ve kâmil bir cemaat tesis etmiştir. Dâvetini hikmetle yapmış, yumuşak süz ve tatlı dille mesajını sürdürmüştür. Kaba, sert, tutarsız, kıncı ve yıkıcı bir üslûba asla iltifat etmemiştir. Dâvâsını sabır ve çile içerisinde celâdetle, yılmadan ve yıkılmadan, müsbet hareket ile yürütmüştür. Kenetleşmiş, samimî, hâlis bir fedakârlar ordusu tesis etmiş, küfrün şahs-ı mânevîsi karşısında nurlu ve metin bir şahs-ı mânevi oluşturmuştur. Geleceğe ümitle bakmış, ye’se düşmemiştir. Konuştuğunu yaşamış, yaşadığını konuşmuştur. Yaşayan bir hakikat olarak gönüllerde taht kurmuştur. Mesleğinde, meşrebinde, tarz ve üslûbunda insanı esas almış, o­na ulaşmanın yollarını çizmiş, o­nun inşa ve ikmaline büyük önem vermiştir.

Said Nursî, ihlâs-ı tammı, engin tefekkürü, hadsiz fedakarlığı, toprakvari mahviyeti, imtizaçkârane ruhu, yoKun şefkati, enaniyetsiz büyüklüğü, rekabetsiz hizmeti, gösterişsiz ve hâlis ubudiyeti, metin sadakati ile çağın beklenen halaskârı olmuştur. Yirminci yüzyılda Asr-ı Saadet modelini çağa yansıtmış, Darü’l-Erkam ve Aslıab-ı Suffa usulünü yaygınlaştırarak durgun ve drınuk kitleleri aşk-ı hakikat i1e harekete geçirmiştir. İslâm idealini, dinin ulvî ve kudsî gayelerini, her türlü şahsî ihtirş ve menfaatlerin üzerinde tutmuştur. İzzet-i diniyeşi muhafaza etmiş, ihlâs, istiğna, feragat ve âzamî iktisadî hayatına temel esaslar yapmıştır. Merkezden muhite yayılan bir hizmet anlayışı içerisinde ise kendinden başlamış, nefsine hitap etmiştir. o­nun hizmet enerjisi, belli bir mekâna, belli bir zamana, belli bir muhite inhisar etmemiş, sürekli ve hasbî hizmet anlayışını her mekânda, her zamanda, her şart altında sürdürmüştür.

Elhasıl: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’dan telemmü etmiştir. Risale-i Nur,

“Takdir-i Hüda, kuvve-i bazu ile dönmez
Bir şem’a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez” hakikatına mazhar olmuştur.

Risale-i Nur yüklü mesajı, keskin fikri ve derin ilmi itibarı ile “muallim” vasfını; nefisleri tezkiye, kalpleri tat min, ruhları tezhip etmesi itibariyle de “mürebbi” sıfatı m tadır.

Risale-i Nur’un mütalâası, insana insanı unutturur, insanı marifet iklimine ulaştırır, Kur’ân’ın esrar ve envarında yoğurur, şekillendirir, tasaffi ettirir. İnsanı Resûlullah’a, Kur’ân’a, Allah’a bağlar. Esmâ ve sıfat-ı İlâhiyede tayerân, aşk ve muhabbet-i ilahiyede seyeran verir.

İşte böyle bir Kur’ân tefsiri ve hakikat manzumesine bütün İslâm âlemi, belki umum beşer hidayet noktasından muhtaçtır. Ve her geçen gün, bu ihtiyaç artacak, Risale-i Nur insaniyetin gündeminde kıyâmete kadar tazeliğini koruyacaktır.

Dipnotlar:

1. Nursi, B. S, Münazarat, Sözler Yayınevi,1977 s. 11.
2. Nursi, B. S, Sözler, Envar Neşriyat, s. 131.
3. Nursi, B. S, Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, s,168.
4. Nursî, B. S, Mektubat, Envar Neşriyat, s. 222.
5. Nursi, B. S, Sözler s. 217.
6. Nursi, B. S, Lemalar, Sinan Matbaası,1959, s. 160.
7. Nursî, B. S, Işaratü’l-I’caz, Envar Neşriyat, s. l24.
8. Nursî, B. S, Işaratü’l-I’caz, Envar Neşriyat s. 125.
9. Nursi, B. S, Mektubat, s. 319.
10. Nursî, B. S, Sözler, s. 365.
11. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 609.
12. Nursî, B. S, Mektubat, s. 71.
13. Nursi, B. S, Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, s. 189.
14. Nursi, B. S, Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, s. 190.
15, Nursi, B. S, Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, s. 126.
16. Nursî, B: S; Emirdağ Lahikası, Sinan Matbaası, s. 73.
17. Nursi, B. S, Lemalar s. 171.
18. Nursî, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 629.
19. Nursî, B. S, Mektubat, s. 264.
20. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 629.
21. Nursi, B. S, Kastamonu Lahikası, s. 122.
22. Nursi, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 701.
23. Nursi, B. S, Hutbe-i Şámiye s. 38.
24. Nursi, B. S, Münazarat, s. 9.
25. Nursî, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 133.
26. Nursi, B. S, Mektubat, s. 366.
27. Nursî, B. S, Mektubat, s. 367.
28. Nursî, B. S, Sünuhat, Tülûat, İşârât, s. 28.
29. Nursî, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 478.
30. Nursi, B: S, Mektubat, s. 319.
31. Nursî, B. S, Tarihçe-i Hayat, s. 678.
32. Nursi, B. S, Kastamonu Lâhikası, s. 12.
33. Nursi, B. S, Hutbe-i Şamiye, s. 18.
34. A.g.e. s. 7.
35. Nursî, B. S, Emirdağ Lâhikası-2, s. 241.
36. Nursi, B. S, A.g.e., s. 242.
37. Nursi, B. S, Emirdağ Lâhikası-l, s. 18.
38. Nursi, B. S, Sözler, s. 571.
39. Nursi, B. S, Mektubat, s. 48.
40. Nursi, B. S, Emirdağ Lahikası, s. 36.
41. Nursi, B. S, Şualar, s. 202.
42. A.g.e.
43. Nursî, B. S, Emirdağ Lahikası, s. 57.
44. Nursi, B. S, Mektubat, s. 49.
45. Nursi, B. S, Kastamonu Lahikası, s. 113.
46. Nursî, B. S, Sünuhat, Tülûat, İşarát, s. 46.
47. A.g.e. 46.
48. Nursî, B. S, Kastamonu Lâhikası, s. 123.
49. A.g.e. 109; Mektubat, 48.
50. Nursi, B. S, Sözler, s. 314.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*