Risale-i Nur Kur’ân dilini nasıl öğretiyor?

Risâle-i Nur, imân, İslâm şartlarını, ibâdet, adâlet gibi, Kur’ân’ın dört ana maksadını izâh edip ispat ederken, bir taraftan da onun dilini öğretir. Çünkü, en mühim vazifelerinden birisi, Kur’ân’ın anlaşılmasıdır. Bundan dolayıdır ki, bazılarına zor gibi gelen Kur’anî kelimeler kullanır.

Bir zaman İlâhiyatçı bir arkadaş ile sohbet ederken, “Risâle-i Nur’u okuyacağım, ama çok ağır, çok yabancı kelimeler var!” demişti…

“Allah insaf versin! Risale-i Nur’un kelimeleri değil, biz yabancıyız İslâm’a… Biz yabancı kaldık… Biz yabancı bıraktırıldık… Onlar yerli, İslâmın, Kur’ân’ın öz malı!” demiştim.

Aslında Risâle-i Nur, başka kelimeleri öğretirken, diğer taraftan da, İslâmî kelime ve mefhumlara açıklık getirmekte, onları da öğretmektedir. Ya eş anlamlısını kullanır, ya sonraki cümlelerde izah eder veya mevzuun akışından otomatik olarak anlaşılmasını sağlar. Şöyle ki:

Meselâ, Birinci Söz’de, “Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikir… Başta ‘Bismillah’ zikirdir. Ahirde ‘Elhamdülillâh’ şükürdür. Ortada, bu kıymettar harikâ-i san’at olan nimetler; Ehad, Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir…” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 13) denilmektedir.

Bu cümlede “bizim yabancısı”(!) olduğumuz kelimeler var gibi görünmektedir. Cümle ve kelimeleri dikkatle incelediğimizde, metnin kendisinin, o kelimelerin ve buna ilâve olarak paragrafın manasını açıklamakta olduğunu müşâhede ederiz. Şöyle ki:

“Mün’im-i Hakiki”nin, zikre, şükre, fikre lâyık biri olduğu anlaşılır.

“Başta” Bismillâh zikir, “ortada” fikir olduğuna göre, geriye “âhirde” kelimesi kaldı. Öyle ise o da, “sonunda” demek olduğu hemencecik tezahür etmedi mi?

Bu arada, Ehad, Samed ile de, “Kul hüvellâhü Ehad, Allahu’s-Samed” kelimelerini de zihnimize zer’ edip ekiyor, yerleştiriyor. İlerde, onları da açıklayacak…

Anlayamadığımız kelimelerin üzerini kapatırsak, mana yine çıkıyor. Ya cümle ve paragrafın tamamının akışından veya kendi izahlarından…

Meselâ, “Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.” (Mektûbât, s. 11.)

“Mertebededir” kelimesi, “meratib”in, “derece, mevki” olduğunu öğretiyor.

Risale-i Nur, kullandığı Kur’ânî kelimeleri, aynı zamanda açıklayarak gidiyor: “Bütün zeminde görüyoruz: Tam bilmekten ve maharetten gelen gayet suhulet ve kolaylıkla acîb zîhayat makineler, def’aten ve bir kısmı bir dakikada düzgün, ölçülü, emsâlinden fârikalı yapılmaları, nihayetsiz bir ilme delâlet ve sanattaki maharet-i ilmiyeden gelen suhulet ve kolaylık derecesinde o ilmin kemaline şahadet eder.” (Şuâlar, s. 563.)

Şimdi bu paragrafı tahlil edelim: “Bilmek,” “maharet;” “sühûlet,” “kolaylık” demektir. “Def’aten”den sonra “ve” bağlacı geldiğine ve ondan sonraki cümle “bir dakikada” olduğuna göre, “def’aten” “bir anda, ansızın” demek olduğu, mânânın akışıyla öğretilmektedir.

“Gayet kesret ve çokluk içinde şaşırmadan gayet derecede sanatlı, mükemmel icadlar…” (age) cümlesinde, “kesret”in “çokluk” olduğunu söylüyor. Faraza, “kesret”in mânâsını bilmezsek de, “çokluk” cümleyi tamamlıyor.

“Sür’at-i mutlaka ve gayet çabuk yapılmakla beraber, gayet derece mizanlı, ölçülü icadları, hadsiz bir ilme delâlet ve adetlerince, bir Alim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak’a şahadet ederler.” (age), cümlesindeki  “sür’at-i mutlaka”nın “gayet çabuk” olduğu anlatılır.

Yine meselâ, “Hâlî ve boş bir sahrada…” ifadesinde hâlî, boş demek. Diyelim ki, “hâlî”yi anlayamadık. Üzerini kapatalım. “Boş” bir sahrada… derken, ne demek istendiği pekalâ anlaşılmıştır. Meselâ, “İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakàikın miftâhı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen…” (Mektûbat, Yeni Asya Neşriyat, s. 200) cümlelerine atf-ı nazar ettiğimizde, şu hârika üslûp ile karşılaşmaktayız:

“Rabbimiz” kelimesini biliyoruz zaten. “Hakim”i bilemezsek de, Kur’ân’ın bir özelliği olduğunu anlarız. “Kitab-ı kebîr”i anlamazsak da, önemli değil, “kâinatı” herkes anlar. “Ezeliye”yi bilemezsek de, “tercüme”nin mânâsı, kelime dağarcığımızda mevcuttur. İlâ âhir, böyle devam eder. Dolayısıyla, yediden yetmişe, kim anlayarak okumak isterse, hissesini alır. Herkes derecesine göre oradan bir şeyler kapar. İstidat, kabiliyet, gayret ve çalışmaya göre de, kısa zamanda Risale-i Nur’u devrederse, formulünü yakalamış olur.

Misâlleri çoğaltabiliriz. Demek ki, Risale-i Nur’da öyle bir üslûp var ki, ya bizzat kelimenin karşılığını Türkçe olarak veriyor, ya mânânın akışından anlatıyor. Bilemediğimiz kelimeleri hiç dikkate almazsak da, cümlelerdeki bildiğimiz kelimelerden hareketle bir şeyler anlıyoruz.

İşte Risâle-i Nur’un, dört temel kitabından verdiğimiz bu misallerle, bu eser külliyatının Esmâ-i Hüsna’yı, Kur’ân, hadîs dilini ve İslâm tarihi kültürünün kelimelerini öğretme vazifesini de üstlenmiş bulunduğunu görmekteyiz. Ve tabiî bu dil ve üslûp, bize, Kur’ân dili Arapça’yı da öğretmektedir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*