Risale-i Nur’un kavram mimarîsinden: Nisbî hakikatler

alt

Risale-i Nur’un insanı marifetullaha götüren yüzer keşfiyatından biri de “nisbî hakikatler”dir.

“Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad. Dördüncü Esas, Remizli Bir Nükte”de, “Hakaik-i nisbiyenin zuhuru, Sâni’-i Zülcelâl’in esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniye suretine çevirmesine sebebdir” cümlesinden anlaşılıyor ki: Cenâb-ı Hakk’ın “esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyatı”nı nisbî hakikatlerin zuhuru gösteriyor. Her bir sıfat ve esmanın nisbî zuhuru olmasa, o sıfat ve esmanın hakikatini anlamak da mümkün olmuyor.


HAKİKATLERİN NİSBÎ ZUHURU

Bir an için gözlerinizi yumun, sonra açın. Gözleriniz “sizi merkeze koyan” bir görüntü serer önünüze… Aynı şekilde, fotoğraflar çoğu zaman sanıldığı gibi mekanik kayıtlar değildir. Her bir fotoğrafa baktığımızda, o fotoğrafı çekenin sınırsız görünüm imkânı arasından o görünümü verecek bir konumu seçtiğini fark ederiz. Fotoğraf makinesinin objektifi, o fotoğrafın merkezidir. (John Berger-Görme Biçimleri-Metis Yay.) Arazi planları, tek bir röpertaşına göre şekillenir. Bu taş ile oynarsanız, bütün arazi kayar. Bir mekânda sonsuz nokta vardır. Bu sebeple sonsuz fotoğraf alabiliriz. Röpertaşı bir arazide sonsuz noktaya konulabilir. Sonsuz arazi planı ortaya çıkar. İşte, fotoğraf çekerken durduğumuz yer veya arazi planı yaparken planı yapmaya başladığımız sabit taş, nisbî hakikatlerin zuhuruna sebeptir. Burada durduğumuz yer ve fotoğraf çekme ve röper taşı ve arazi planı birer metafordur, mecazdır. Mümkün varlıkların türü, cinsi ve ferdleri; insanların tahsili, bilgi birikimi, mesleği, yaşı, cinsiyeti, sosyal statüsü, milliyeti, inancı vs. o varlığa ve insana has bir bağlam, bir duruş yeri belirler. Varlıklar ve insanlar, bu duruş yerlerine ve röper taşlarının bulunduğu yerlere göre, mutlak hakikatlere nisbî mertebelerden âyinedarlık ederler. Dolayısıyla da, insanat, hayvanat ve nebatatın bütün tür, cins ve ferdleri bağlamında hakikatin görünüş biçimleri de çeşitlenecektir. Nisbî hakikatlerin zuhur edebilmesi için, ‘tezat’ şarttır. Zıtların yol açtığı melezleşmelerdir ki varlığı görmemize imkân veriyor. Karanlığın müdahalesi ile ışığın, soğuğun müdahalesi ile ısının, çirkinliğin müdahalesi ile güzelliğin sonsuz nisbî mertebeleri zuhur ediyor. Işık, tek mertebede olsaydı, ışık diye bir varlık olduğunu da; her şey beyaz olsaydı, beyazı da, hiçbir varlığı da anlayamaz ve göremezdik. Mutlak hakikatler de böyledir. Mutlak mertebesi itibariyle idrak edilemezler. Ancak nisbî mertebeleri ile idrak edilebilirler. Hz. Musa (as), Tur Dağı’nda Rabbinin mutlak Rab mertebesinden veya sıfati değil Zati zuhurunu talep ediyor. Dağ, dağ olmaktan çıkıyor ve parçalanıyor. Hz. Musa (as), belli bir mertebeyi aşan Rab tecellisine dahi tahammül edemeyip bayılıyor. Demek ki dağ, Cenâb-ı Hakk’ın dağa taalluk eden nisbî mertebeden tecellisi ile dağ olabiliyor. Eğer tek mertebeden tecelli olsaydı, mümkün varlığın çeşitliliği olmazdı. Mutlak mertebeden tecellide ise mümkün varlık diye bir şey kalmazdı.

NİSBÎ HAKİKATLERİ MUTLAKLAŞTIRMAK

Hakikati bize bakan yönü ile veya bizim durduğumuz yerden görürsek, ya da varlıklardaki farklı tecelli mertebeleri ile sınırlarsak, bu bizi nisbî hakikatleri mutlaklaştırmaya, yani nisbî mertebenin zıllinde (gölgesinde) bir hakikat anlayışına mahkûm edecektir. (Meşveretin sırrı da bu noktada ortaya çıkıyor.)

Herkesin kendi hakikat tasavvuru, aslında hakikatin kendi durduğu yerden görünümüdür. Yani nisbîdir. Durduğu yere bağlıdır. Ancak, insanlar bu nisbî görünüşü ayn-ı hakikat telâkki ederler. İnsanlar her şeyi sadece kendine bakan yönü ile idrak ederler. Hükümleri de bu yönle sınırlı kalır. Meselâ, yağmura nefis mertebesinden bakan bir insan, onu sadece kendine bakan yönü ile anlamlandırır. Eğer o an yağmur onu ıslatıyor ise, hava kötü diyecektir. İhatası (algı genişliği) sadece nefis dairesi kadar olacaktır. Ama yağmurun bütün varlıklara bakan yönlerini de görse, o zaman “hava kötü” yargısına varamayacaktır.

NİSBÎ HAKİKATLER MERDİVENİ

İnsanların nisbî idrakleri ile malul olan hakikat tasavvurları, tasavvur ettikleri şeyi bağlamaz, değiştirmez. Meselâ, güneş zatında ne ise odur. Ancak, aynı güneşi, dünyanın değişik yerlerindeki insanlar, bulundukları yer(e) göre, kimisi doğarken, kimisi batarken, kimisi tam tepede ve bu aralıklardaki sonsuz açıdan göreceklerdir. Oysa güneş zatında tektir ve ne batmakta, ne de doğmaktadır. Bahsettiğimiz değişik görünümler güneşin nisbî hakikatleridir. Yani, kendi gerçekliğine değil, kişilerin pozisyonuna göre; zatına değil, ona bakanların durumuna göre ortaya çıkan görünümler… Şu halde, biz bu sonsuz görünümlerden birisi ile güneşi mahkûm edemeyiz. Ancak, bu sonsuz görünümler merdiveni ile güneşin hakikatine, marifetine tırmanabiliriz.

Eğer herkes, kendi idrakine, kendi tasavvurundaki muhayyel bir yaratıcıya iman ederse, insanlar sayısınca hakikat tasavvuru ortaya çıkacağı için, Peygamberler ve kitaplar gönderilmiştir. Peygamberler ve kitaplar nisbî hakikatlere dikkat çekip, mutlak hakikatleri talim ediyorlar. Demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının hakikatlerine intikal, nisbî hakikatlerin zuhuru ile mümkün oluyor. Nisbî hakikatler bizi Peygamber ve Kur’ân zembiline bindiriyor. Bizi kendi sübjektif şuurumuzdan kurtarıyor ve Peygamberin ve Kur’ân’ın bütün hakikati ihata eden üst bakışına, objektif şuuruna teslim ediyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*