Risale-i Nur’un orijinal dili

“Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ‘Hak dini açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik’ kavl-i şerifinin ima ve işaratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risale-i Nur, Türkçe’de, lisan üzerinde imam olacağına, yani ‘Yarın halis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip, diğerlerini terk edeceklerine dair işârât-ı Kur’âniyedendir’ demiş olsam, hata etmemiş olurum zannederim.”
(Emirdağ Lâhikası s. 181)

Yüzde doksandan fazlası sünûhat-ı kalbî ve ilham eseri olan Risale-i Nur Külliyatı, dehşetli bir din yıkıcılığının ve ecdadla yeni nesiller arasındaki dil köprüsünün devlet eliyle tahrip edildiği bir devirde doğdu. Süfyanist bir zihniyetle her cihette yapılmak istenilen tahripleri tamir gibi, dil cihetinden yapılan tahribatı da tamir etmek vazifesini üstlendi. İlginçtir ki, gençlik yıllarında Kamus-u Okyanus adında bir lûgat kitabını ezberleyen Bediüzzaman, yaklaşık kırk bin kelimeyle Risale-i Nur’u telif etti. Türkçeleşme özelliği kazanan Arapça, Farsça ve Kürtçe gibi dillerden gelen eş anlamlı kelimeleri cümlelerinde kullandı. Böylece risaleler, “lügati de içinde olan tefsirler” şeklinde ortaya çıktı. İlhama dayalı olmaktan kaynaklanan bir ayrıcalıkla, Nur Risalelerindeki kelimeler ve cümleler canlandı. Bediüzzaman, âdeta kitabın içinden okuyucusuyla konuşuyor gibi bir hâl kazandı. Bundan dolayı Üstad “Hangi risaleyi elinize alsanız, hadim-i Kur’ân olan Said’le görüşmüş olursunuz… Risale-i Nur okumak, benimle şahsen görüşmekten daha fazla size fayda verir” tavsiyesinde bulundu.

Nur Risaleleri bir cihette bir mânâ bahçesiydi. Üstadın verdiği misalde olduğu gibi, bir bahçeye giren adam “Bu bahçenin bütün meyvelerini niçin koparamıyorum?” diye üzülmemeliydi. Zira o bahçe yalnız onun için değil, orada boyu uzun olanların da hissesi vardı. Ne kadar koparsa, onu kâr bilmeliydi. Risale-i Nur’u sürekli okuyanların mânen anlama boyları uzayacak ve okudukça anlama ve istifade etme oranı artacaktı. Hem risaleler marifetullah ilminin kitaplarıydı. Her ilmin kendine göre bir dili ve kullanılan kelimelerin ıstılahî mânâları vardı. Nasıl ki, tıp ilminin kendisine has dili ve Lâtince kelimeleri vardı. Onları değiştirmek mümkün değildi ve sadeleştirmeye gelmezdi. Çünkü dünya çapında ortak bir dil oluşmuştu. Nur Risaleleri de öyleydi.

Aynı zamanda Risale-i Nur’u birlikte okumaktan cemaat ruhu meydana geliyordu. Risale-i Nur’un diliyle oynamak, ilhama dayalı orijinal hali tahrip etmek demekti. Orijinaldeki âhenk, tatlılık ve canlılığı ortadan kaldırmaya sebepti. Cemaat halinde okumaların önünü keserek, cemaat ruhunu yok etmek demekti.

Sadeleştirme gayretkeşlikleri, Bediüzzaman’ın edebî cephesini öldürmek, Risaleleri sıradan kitaplar haline dönüştürmektir. Bunun böyle olmasını istemeyen Bediüzzaman çok ciddî ikazlarda bulunmaktadır: “Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazı da olsa, o cihette enaniyetlidir, çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hatta yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder; tâ ki, kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Hâlbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki: Bu dürûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri dairemiz içinde, enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklitçilik hükmüne geçer.” (Mektubat, s. 724-725)

Bediüzzaman’ın kendi ifadeleriyle şerh ve izah haricinde sadeleştirme dahi yapılsa, soğuk bir muaraza durumu ortaya çıkıyor. “Kur’ân tercüme edilsin ve camilerde onun yerine okunsun” kötü niyeti ne ise, “Risalelerin dili ağır, onun yerinde sadeleştirilmişi okunsun” zihniyeti aynı noktada buluşuyor.

1947 yılında, Ahmet Feyzi Kul Ağabey “Üstadım! Yeni nesillerin anlaması için Risaleleri sadeleştirsem olur mu?” diye sorar. Bediüzzaman “Kardaşım! O zaman risaleler benim olmaktan çıkar. Öyle bir şey yaparsan kendi adını yaz, benim adımı yazma!” diye sitem yüklü ve geleceğe dönük anlamlı bir cevap verir. Eğer Risaleleri sadeleştirmek bir hak olsaydı, bu hak en evvel Üstadın talebelerine ait olurdu. Onlar sadeleştirmeye razı olmadıkları gibi, Mustafa Sungur Ağabey “Bu sadeleştirmeyi yapanların ve ona izin verenlerin elleri kırılsın!” diye bedduâ ederek âhiret âlemlerine göçtü.

Şahsî haklarını düşmanlarına bile helâl eden Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un dilini değiştirmek isteyen kendi talebesi dahi olsa, ona hakkını helâl etmeyeceğini söylüyor. Bu hakikate binaen, ne şimdi ve ne de gelecekte sadeleştirme teşebbüsünde bulunacak olanlar bu gerçeği görmeli ve derhal teşebbüslerinden vazgeçmelidirler. Bizim vazifemiz de, Risale-i Nur’u orijinal haliyle korumak, yaymak ve okutmaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*