Risâle-i Nur’un Türkçeye tercümesi

Okuyucularımız bu meseleyi sadeleştirme olarak ifade ediyorlar. Fakat Risâle-i Nur Külliyatının “Lem’alar” isimli eserinin dilini, üslûbunu, icaz ve belâgatını sadeleştirenlerin savunmalarını okuduğumuzda görüyoruz ki, iyiniyetle bu yola girdiklerini söyleyenler, çalışmalarına emsal olarak tercümeyi göstermektedirler. Bilhassa külliyatın Avrupa dillerine çevirilerini delil göstererek olayın mantığını bir başka mecraya taşıyorlar. Bu hususa binaen meseleye sadeleştirme adesesinden ziyade tercüme zaviyesinden bakacağız.

Biliyoruz, bazılarımız “Tebeddül-ü esma ile hakikat değişmez” diyecek, tercüme ile sadeleştirmeyi aynı göreceklerdir. Fakat tercüme vadisinde konuşacaklarsa, müellifin ifadesiyle i’cazını doğrudan Kur’ân’dan alan ve kendi ihtiyarının dışında yazdırılan Risâle-i Nur’un Doğu ve Batı dillerine tercümelerinden başlamak gerekiyor.

Bediüzzaman’ın “altmışbeş senedir gaye-i hayalim” dediği “Medresetüzzehra” projesinin Risâle-i Nur Külliyatı ve bu eserlerin içinde tedris edildiği Nur medreseleri tarzında ortaya çıktığını müellifin Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında neşrettiği mektuplarından öğreniyoruz. Gençliğinden itibaren hayatını adadığı bu projenin üç dilinin Arapça, Türkçe ve Kürtçe olduğunu da 1910-1911’de kaleme aldığı Münâzarât isimli eserinden okuyoruz. Bu üç dilin Türkçe esas olmak üzere Risâle-i Nur’un telifinde kullanıldıklarını da biliyoruz.

Ancak doğu dilleri denildiğinde Farsçayı da unutmamak gerekiyor.

Üstadın bu dillerle bizzat yazması ve eserlerinden yapılan tercümelerin onun tashihinden geçmiş olması da üzerinde durulacak bir husustur. Telifi Arapça olan İşaratül-İ’caz ile Mesnevî-i Nuriye (ki ilk dönem eserleridir) gibi külliyatın önemli iki kitabının yine müellifin talebesi olan ve üslûbuna aşina Abdülmecid Nursî tarafından yapılan Türkçe tercümelerini diğer tercümelerle karşılaştırdığımız zaman, onun tercümesindeki aslî unsurları ilmî olarak takip edemesek de, zevkî, hissî ve bediî olarak anlayabiliriz.

Çocukluğunda Kürtçe konuşan ve medresede Arapçayı bütün boyutlarıyla öğrenen Bediüzzaman Hazretlerinin Türkçeyi yirmi yaşlarına doğru öğrendiğini biliyoruz. Mollalarla Başet yaylasında yazı geçirirken Van Valisi Tahir Paşaya gönderdiği iki-üç cümlelik mektupla Türkçe telifata giren Bediüzzaman’ın Sözler, Mektubat ve Lem’alar’da Türk dilinin hangi zirvelerinde dolaştığını dil biliminde otorite olmuş âlimlerimiz makalelerinde yazıyorlar.

Acizane kanaatim o ki, ihtar suretiyle Üstada yazdırılan bu Türkçe risâlelere, Said Nursî de kalem karıştırıp değiştirmezdi. Zira birçok eserinde “Geldiği gibi kaydettim” ifadesine rastlıyoruz. Bir talebesi aracılığıyla Camiülezher ulemasına gönderdiği eserlerini, bir yerindeki bir kelimeden dolayı külliyatı geri isteyen Bediüzzaman’ın dile, mânâya, dizilişe ve üslûba verdiği ehemmiyet ortada iken, Risâle-i Nur’u yeni Türkçe ile yazmaya kalkışmanın yersizliği kendiliğinden ortaya çıkar.

Risâle-i Nur’un Türkçe’ye tercümesinde, mevcut dilin kifayetsizliği, Risâle-i Nur’un bütün şark dillerini bünyesine toplaması, külliyattaki dilin sarf, nahiv, inşa, i’caz, fonetik ve dil estetiğinin her dalını ihtivası gibi mevzulara girmiyoruz. Kur’ân’dan aldığı kuvvetle, okuyucusuna her okuduğunda değişik bir mânâyı keşfettiren Risâle-i Nur’un Türkçe’ye tercümesinin kabil olmadığını ifade etmeye çalışıyoruz.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Şefik’in çocuklarla Risâle-i Nur’dan yaptığı dersin analizi 28. Lem’a’da okuduğumuzda; hiç kimseyi hissesiz bırakmayan bu Kur’ânî tefsirin, hiçbir başka üslûbun himayesini kesinlikle kabullenmeyeceğini anlıyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*