Risaleleri sadeleştirmeye kimsenin hakkı yok

Emekli Müftü Yahya Alkın’la, Risale-i Nur’un diğer Kur’ân tefsirlerinden farklı yönlerinin neler olduğu ve Risale-i Nur’un sadeleştirilmek istenmesi konusunda bir sohbet gerçekleştirdik. Alkın hoca, Risale-i Nur eserlerini sadeleştirmeye kimsenin hakkı olmadığını söylüyor ve bu tahribin “uzun dönemde orjinal metnin kaybolmasına sebep olabileceğine” de dikkat çekiyor.

EMEKLİ MÜFTÜ, Haseki Dinî Yüksek İhtisas Merkezİ tefsir hocalarından Yahya Alkın: Risaleleri sadeleştirmeye kimsenin hakkı yok

Emekli Müftü Yahya Alkın’la, Risale-i Nur’un diğer Kur’ân tefsirlerinden farklı yönlerinin neler olduğu ve Risale-i Nur’un sadeleştirilmek istenmesi konusunda bir sohbet gerçekleştirdik. Alkın hoca, Risale-i Nur eserlerini sadeleştirmeye kimsenin hakkı olmadığını söylüyor ve bu tahribin “uzun dönemde orjinal metnin kaybolmasına sebep olabileceğine” de dikkat çekiyor.

Risale-i Nur’u sadeleştirmeyle ilgili çalışmalara ne diyorsunuz?

en ilmî olarak sadeleştirmenin aleyhindeyim. Onun bunun tarafgirliğiyle de söylemiyorum bunu. Niye? Çünkü bu sadeleştirme olayında, aradan yıllar geçince, müellifin kendi asıl metni karışır, unutulur. Meselâ ben şimdi Pendik’teki merkezde (Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Dinî Yüksek İhtisas Merkezi) Nesefî okutuyorum. 800 sene evvel yazılmış. Kadı Beyzavi, 800 sene evvel yazılmış. Eğer Kadı Beyzavi zordur diye ulema bunu sadeleştirseydi, o zaman ortada Kadı Beyzavi’nin kendi tefsiri, orijinal metni kalmazdı ki! O bakımdan ilmî olarak, beğen veya beğenme, hiçbir müellifin kendi metnini değiştirmeye hakkımız yok.

Yapacağın nedir? Meselâ Üstad Mektubat’ta söylüyor, şerh ve izahını yapabilirsiniz diyor. Şimdi Allah’a hamdolsun, her sayfanın altına lûgatçesi konuluyor. İlmî bir heyet kurulur, biraz daha ileri gidilir, açıklamalar, kısa kısa şerhler de yapılabilir. Bu şekilde olabilir… Yoksa ben, Bediüzzaman Hazretlerinin kendi metni dururken, niye onu bunu okuyacağım efendim? Olmaz öyle, hoş olmaz.

Meselâ Hamdi Yazır’ın tefsirini sadeleştirip bastılar, dağıttılar. Ben kat’iyen okumam. Kendi orijinal metni dururken… Efendim “Sen hocasın, anlarsın, ama biz bugünkü nesil için bunu yaptık!” diyorlarsa… Bu biraz makul gözükür, ama benim kanaatim Üstad, Külliyat’ın bazı yerlerine bakıyorsun ki, çok sade konuşuyor, seksen sene evvelki dile göre de çok sade konuşuyor, bazı yerde de ağdalı konuşuyor… Üstadın bir hedefi de, nesiller arasında yıkılan köprüyü yapmaktır. Bugünkü nesil, okuduğu İstiklâl Marşı’nı bile anlamıyor. Bu dili yıktılar. Köprü yıkıldı. Geçmişle yeni nesil arasındaki bağ koptu. Üstad Hazretleri, o muhtevalı, dolu ifadeleriyle okuyanları hem cezbediyor, hem de okuyanlar anlamaya mecbur hissediyorlar kendilerini; lugate bakıyor, uğraşıyorlar vs… Bugün Risale-i Nur Külliyatı’nı samimî olarak okuyanların çoğu Osmanlıca’yı az çok öğrenmiş demektir. O dili elde ediyor. Onun için ben —hakaret de etmiyorum, iyi niyetle yapılmış olabilir, tamam, ama— ilmî olarak sadeleştirmenin aleyhindeyim. Üstad kendisinden sonra geleceklerin bu sahadaki görevlerinin şerh, izah ve tanzim olduğunu söylüyor, o kadar.

Sohbetimizin başında İşârâtü’l-İ’câz’ın kıymetinden bahsetmiştiniz. Acaba bunun değerini Diyanet camiası veya hocalarımız takdir edemiyorlar mı? Onlar tarafından da bu eserin hakkı verilmeli değil mi?

Elbette hakkı verilmeli. Fakat bizim hocalarda şöyle klâsik bir anlayış var. Kim efendim nahvi, belâgatı, Arapça metinleri çok iyi bilirse, o çok iyi âlim sayılıyor! Sen Risale-i Nur’u, o marifetullah hazinesini adamakıllı okumuşsun, anlamışsın, kendine mâletmişsin, onun için önemli değil! Efendim sen, eski klâsik metinleri çok iyi okuyacaksın ki, hoca olasın! Böyle bir zihniyet var. Ama şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İşârâtü’l-İ’caz’ı basmaya karar verdiğini duyuyor ve çok seviniyoruz. İnşaallah bir mani çıkmaz ve bu eser Diyanet tarafından neşredilir. Önce o basılır ve arkası da gelir inşaallah.

Öğrencilerinize Risalelerden örnek verdiğinizde ilgi çekiyor demiştiniz. Onunla ilgili bir iki örnek verebilir misiniz? Yani Risale-i Nur’dan bir şey söylediğinizde hangi yönden ilgilerini çekiyor?

Meselâ diyelim ki, İmam Nesefi’nin eserlerini okutuyorum. [Mâverâünnehir bölgesinin yetiştirdiği meşhur fıkıh, kelâm ve tefsir âlimi. Hâfızuddîn Ebul-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefi (öl. Ağustos 1310)] Nesefi okuturken —tabiî Nesefi de  zamanına göre yer yer Kur’ân-ı Kerîm’in nazmının mu’cize olduğuna bazı misaller getiriyor, o gibi yerler gelirken— ben meselâ diyorum ki, isim de veriyorum tabiî, Bediüzzaman Hazretleri meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in nazmı hakkında “Sübhaneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” âyetine kadar İşârâtü’l-İ’câz tefsirini yazmış, anlatmış diyorum. Buradan, meselâ “Ve min mâ rezaknâhüm yunfikûn” âyetiyle ilgili olarak, verilen sadakaların, tasaddukun, infakın şer’an makbul olması için beş şartı var. Ve bu beş şart “ve min mâ rezaknahüm yünfikûn” âyetinde Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin tarafından nazımda dile getirilmiştir. Anlatıyorum: Meselâ “Ve min mâ rezaknahüm…”da, “min mâ”daki “min” teb’iziyedir, “azlık” ifade eder. Yani infak ederken ‘kendiniz muhtaç derecesine düşecek kadar’ değil, çoluk çocuğun rızkını kesmeden yapabileceğinizi yapın. “Rezaknâhüm”daki “rızık” kelimesi de gösteriyor ki, verdiğin kişi bunu “rızkı”na harcayacak. Gayr-i meşrû şeylere harcarsa, o zaman o da makbul olmaz. Sonra “Rezaknâ”da “Biz rızık olarak verdik” deniliyor, o halde verdiğin zaman fakiri minnet altına sokmayacaksın, çünkü “Veren sen değilsin, Allah’tır, sahibi O’dur. Sen bir tevziât [dağıtım] memurusun.” Bunları derste anlatıyorum. Tabiî bu şekilde eski kaynaklarda pek yok. Onların hoşuna gidiyor. Çok güzel diyorlar. Bazen de isim vermeden bahsediyorum. Meselâ: “Ve lein messethüm nefhatün min azabi Rabbike” [“And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa.” (Enbiyâ Sûresi: 46.)] Üstadımız bu âyetle ilgili olarak orada, bir havuza atılan su gibi bütün harflerin o cümlenin vermek istemiş olduğu manaya yardım ettiğini söylüyor. Onu anlatıyorum. Çok hoşlarına gidiyor, “Ya hocam, bu nerede anlatılmış?” diye soruyorlar. O zaman “Bu, Bediüzzaman’ın tefsiri” diyorum.

Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı bunları ele alsa… Evvelâ bunu bastırsa, sonra bunun bir tercümesini bir heyet olarak yapsa… Allah rahmet eylesin Üstad Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Efendi bu tercümeyi yapmış, ama bazı yerleri ertelemiş, yapmamış. Hatta şimdi bazıları da bunun yeni tercümesini yaptı. Olabilir ki, onlar da bu eserin, İşârâtü’l-İ’câz’ın tercümesinde tam muvaffak olmamış olabilir. Diyanet tarafından bir heyet kurulur, bunun bir tercümesi de o şekilde yapılabilir.

Meselâ, 25. Söz, Kur’ân’ın mu’cize olduğunu kırk vecihle izah ve ispat ediyor. Efendim, sen şimdi bir heyet kur, bunu böyle altında izahları, şerhleri yaparak, şöyle güzel bir kitap olarak bastır, hatta ücretsiz olarak dağıt ki senin teşkilâtın bunu görsün, bilsin. Ne mükemmel izahlar var orada:

“Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve enzele mines semâi mâen fe ahrece bihî mines semerâti rızkan lekum” [O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten de bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyvelerden bitirdi… (İbrâhim Sûresi: 32)] Şimdi İbrahim Sûresi’nde bunu anlatırken, tesadüf olmadığını görüyoruz. Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin “Yerleri ve gökleri yarattım, yukarıdan yağmuru yağdırdım, yağmur sebebiyle topraktan muhtaç olduğunuz nebatları çıkardım” diyor mealen. Peki “Neden bunu yaptım?” “Rızken leküm” [Sizin için rızık olarak]. O “rızken leküm” diyor ki: “Ta baştan beri buraya gelinceye kadar olan olaylar tesadüfî değil. Bir hedefe varmak için bunlar yapılıyor” denilmek isteniyor. Demek ki kâinatta tesadüf yok. “Rızken leküm” deniliyor. “O sizi rızıklandırmak için bütün bunları yapıyor.”

E şimdi bu kadar mükemmel izahlar var… Bunu efendim Diyanet camiası ele alabilse, ama tabiî bunu yapabilmek için sadece eski klâsik metinleri bilmek kâfi değil, Risale-i Nur’u da iyi bilecek. Hem Külliyat’ı bilecek, hem Şer’î kaynakları bilecek, o şekilde bunları, etrafını cami – ağyarını mani şekilde izahları yapılabilir. Bunu yapan bir kişi de olmaz, bir heyet kurulmalı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın imkânları çok. İmkânları hazırlansa, heyeti kurulsa, adamakıllı izahları yapılabilir.

İslâm tarihinde ‘lügat’ ezberleyen başka bir âlim yok!

Üstad, Risale-i Nur hakkında “Konuşan yalnız hakikattir” diyor ya, vallahi öyledir. Ve Üstad, Risale-i Nur eserlerinin çoğunluğunun hep böyle zor anlarında, hasta anlarında, sıkıntılı anlarında yazıldığını söylüyor. Yani rahat koltuklarda oturup yazılmamış… Akıl mantık almaz efendim. Düşünün ki, cephedeyken İşârâtü’l-İ’câz’ı telif ediyor. Molla Habib’e “Yaz” diyor. İşaratü’l-İ’caz’ın asıl hedefi nedir? Kur’ân-ı Kerîm’in nazmının mu’cize olduğunu anlatıyor. Yani kelimelerin, harflerin dizilişinin bir beşer eseri olmayacağını anlatıyor. Mu’cize yani… Allah aşkına bu, at üzerinde, cephede insan emeği sonucu yazılabilir mi? Ama Üstad, “Yaz” diyor orada, cephede hiç başka bir kitap yok. O söylüyor, Molla Habib yazıyor. Sebeplerle bunu izah edebilir miyiz?

Ben, On Dokuzuncu Mektub’u yakın zamanda iki defa okudum. Şimdi yine baştan okumaya başladım. Bu risale 12 saatte yazılmış. 12 saatte 300’den fazla mu’cize naklediliyor, hem de ravileriyle beraber. Baş tarafında Resûlullah Efendimizi (asm) müjdeleyen Tevrat’tan, Zebur’dan, İncil’den âyetler naklediyor. Bu nasıl olur? Bunu telif ederken, Üstadın yanında hiçbir kitap yok. Yani Üstadın hâli harika.

Yine meselâ Tillo’ya gidiyor. Kubbe-i Hasiye’de 3 ay içerisinde Kamus’u “Sin” harfine kadar ezberliyor. Yani bu bir kamus, lûgat kitabı, ezber olur mu? Ben İslâm tarihinde lûgat kitabı ezberleyen hiçbir kimseyi duymadım. Ondan sonra, doksan tane kitap ezberinde. Ve her üç ayda bir onları ezberinden tekrar ediyor.

Şimdi bütün dünya, zaman geçtikçe bundan bahsediyor. Ama bizim kendi adamlarımız buna bîgane, yabancı kalıyor, okumuyor… Yaa, afedersin, okusan ne olur? Sen yine beğendiğin cemaatte kal, fakat bu Kur’ân tefsiri, al şunu bir oku. Böyle acayip bir hal var…

Benim bütün cemaatlerle teşrik-i mesaim oldu. Avrupa’da da zaman zaman geçici görevlerim oldu. Maalesef ‘hoca’larımız Risale-i Nur eserlerine uzak duruyor, bazıları kütüphanelerine sokmuyorlar. Tabiî bu hal, iyi değil. İnşaallah onlar da insafa gelir ve Risale-i Nur’a sahip çıkar.

Yahya Alkın kimdir?

1942 Rize ili Çayeli ilçesi Yenice Köyü doğumlu. İlkokulu kendi köyünde bitirdi. Hıfzını İzmir’de tamamladı. Sakarya İmam-Hatip Okulunu bitirdi. 1968 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü (bugünkü Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi) bitirdi. Üç yıl imam-hatiplik yaptıktan sonra, 1970 yılında Erzincan İl Müftülüğüne, 1971’de de Muğla İl Müftülüğüne atandı. Bir ara Pendik Müftülüğü de yapan Yahya Alkın, 1978 yılında Haseki Müftü ve Vaizler İhtisas Kursunu birinci olarak bitirdi. Aynı yerde öğretim üyesi olarak görev aldı. Emekli olduktan sonra da (şu anda Pendik’te faaliyetini devam ettiren) Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı “Haseki Dinî Yüksek İhtisas Merkezi”nde ders vermeyi sürdürdü. “Bize Göre Durum ve Gerçek”, “Kur’ân’da Peygamberler ve Peygamberimiz”, “İslâm ve Temel Bilgiler” gibi bazı basılmış kitapları vardır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*