Risaleye lûgatçe de mi tahrifat sayılıyor?

Keyfî bandrol engelinin ve ardından getirilmek istenen devlet tekelinin en önemli gerekçesi, “Risale-i Nur’un sadeleştirilmesini önlemek” olarak gösterildi. Ama bandrol engeli ilk önce Yeni Asya Neşriyat’ın, orijinaline uygun olarak yayına hazırladığı “Vesvese Bahsi” adlı risaleye çıkarıldı…

Bandrol engelini “sadeleştirme” gerekçesiyle haklı bulup savunan ve risalelere devlet tekeli getirilmesini de “Hamd olsun, artık devlet sahip çıkıyor” diye sevinçle karşılayanlar var.

(Gerçi bu işin çok fazla uzamasından kaynaklanan rahatsızlığın o cenahta da giderek yayıldığını gösteren işaretler artıyor, bu ayrı bir konu.)

Üstadın hayattaki talebelerinden bazı muhterem ağabeylerimiz de bunların arasında.

Hürmetimiz baki olmakla beraber, onların bu yaklaşımına iştirak etmediğimizi şimdiye kadar değişik vesilelerle hep ifade edegeldik.

Sadeleştirme konusundaki haklı hassasiyetlerini ise paylaşıyoruz. Nitekim “Risale-i Nur Neden Sadeleştirilemez?” adıyla neşrettiğimiz kitabın başına, onların imzasını taşıyan detaylı mektuptan geniş bir bölümü koyduk.

Ağabeylerimizin sadeleştirmeyi “tahrifat” olarak gören değerlendirmesine katılıyoruz.

Ancak risalelere lûgatçe ve indeks konulup ayet ve hadis meallerinin verilmesini de “tahrifat” sayan yoruma ise anlam veremiyoruz.

Lûgatçeli ilk risalenin Üstad döneminde hazırlandığı, Asa-yı Musa örneği ile sabit. Ve bir mektubunda Üstadın, eserin “lûgatnamesini hasta olduğu halde çok güzel ve âlimane yazan, lûgatnamenin başında güzel bir fıkra derceden…” Mehmed Feyzi ile ilgili takdirkâr ifadelerini okuyoruz (Emirdağ Lâhikası, s. 386).

Gayrimünteşir bir mektupta da “kahraman Nazif, Küçük İbrahim” ve diğer İnebolu fedakârları için “Zülfikar’ın tashihatına ve sair hizmetlerde ve lûgatların tercümelerinde… zevkle çalışmaları, Nur dairesini, belki bu memleketi minnettar ediyor” sözlerine yer veriliyor.

Sadeleştirme yanlışını yapanların en önemli gerekçesi, özellikle genç nesillerin risaleleri anlayamaması. Hal böyle iken lûgatların anlamının öğrenilmesini kolaylaştıracak çalışmalara da karşı çıkılırsa, işin sonu nereye varır?

Bildiğimiz kadarıyla ilk lûgat çalışması Mustafa Ateşmen’in imzasıyla yayınlanmıştı. Sonra Abdullah Yeğin’in Büyük Lûgat’ı çıktı. Son dönemde yapılan ise, lûgat karşılıklarının, eserlerin ya sonuna ya da sayfalarına konulması.

Bunun ne mahzuru ve tahrifatla ne ilgisi var? Önemli olan, lûgat manalarının doğru verilmesi. Orada yanlışlar varsa, düzeltilsin. Veya denilebilir ki, sayfalara değil de, kitabın sonuna konulsun. Ki, Yeni Asya bunu da değerlendiriyor. Ama lûgatçeyi tahrifat saymak niye?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*