Rûhun tellerine dokunuş veya güzel sanatlar

Metrobüslerde sıkış-tıkış yolculuk yaparken zaman zaman mûsikî de dinleyebiliyoruz. Bu uygulama belediyenin programlı bir uygulaması mıdır, bilemiyorum?

Bu sabah bindiğim metrobüste birazcık dinlediğim melodinin sesi ve ritmi bir süre beni tesiri altında bıraktı. Gençlik kilometre taşının hayli gerilerde kaldığı bu yaşıma rağmen bir süre o sesi mırıldandım durdum.

 

Mûsikî denen ses ve kelâm organizesi, ne efsunkâr bir güce sahip ki, insanı başka diyarlara, başka iklimlere götürüyor. Eğer böyle olmasaydı ruh inceliğine sahip insanlar (bunlar içinde krallar ve sultanlar da var) tarih boyunca hiç bunca meşgul olurlar mıydı? Eğer böyle olmasaydı ecdad bir kısım hastaları mûsikî ile tedaviye kalkışır mıydı?

Bazen bir filmde, bir programda, bir etkinlikte dinlediğimiz mûsikînin uzun süre etkisinde kalabiliyoruz. Ben bir iftar programına fon olarak konulmuş Ömer Faruk Tekbilek’in parçasını hâlâ dinlemekten zevk alırım. Aslında insanı etkileyen sadece mûsikî değil elbette. Güzel sanatların tümü insanın bir alıcısına, bir hâssesine, hoşuna giden bir sinyal gönderiyor. Bir nevî ruhunun organına gıda oluyor, onu doyuruyor, onu uyandırıyor.

Başta mûsikî olmak üzere şiir, edebî değeri olan nesir türleri, resim, mîmârî, heykel, klâsik sanatlarımızdan hüsn-ü hat, ebrû, tezhip, minyatür gibi sanat dallarını icra eden ustalar, üstadlar asırlar boyunca insanların ruhlarını gayet mugaddî sanat gıdalarıyla beslemişler.

İnsanların ruh dünyalarının çok derinlerindeki, bilinmezliğe bürünmüş, paslanmaya yüz tutmuş tellerine dokunmuşlar. O sesleri, filozoflar, âlimler, ârifler duydukça bu insanda daha neler var neler, diye araştıra durmuşlar.

Bence mûsikî: Hayal dünyamızda dolaşan seslerin notalarla tespiti, insan denilen mucize enstrümanla seslendirilmesidir.

Şiir: Hayâllerimizde uçuşan duygu ve düşüncelerin kelimelerle yakalanarak mısralara, dizelere dökülmesidir.

Mimari: Mimarın idealindeki en görkemli, en incelikli yapıları, yine hayalindeki güzellikleri de katarak plan ve projeye geçirmesi, uygulamasıdır.

Hüsn-ü Hat: Yıllar boyunca şekilleri meşk edilen harflerin hayallerde tasarlanarak kompoze edilmesidir.

İnsanlık tarihinde çok uzun süre, az da olsa hâlâ tapınılan bir nesne olduğu için, İslâm’da yasaklanan heykel: Ustasının ifadesiyle dev bir taş kütlenin içerisinde mevcut olan vücudu, nesneyi, şekli ortaya çıkarma sanatıdır. Heykeltraş vurduğu her çekiç darbesiyle o gürünmeyen vücuda biraz daha yaklaşır. Son vuruşu ile mermer kütlenin içindeki o hayâlî vücudu müşahhas, görülür hâle getirmiş olur.

Resim: Sani-i Zülcelâl tarafından kâinatın, özellikle de tabiatın-doğanın her santimetre karesine muhteşem bir şekilde hakk edilmiş, kazılmış, yazılmış, çizilmiş, boyanmış sanatın bir benzerinin altı ana renkle oynayarak hayallerimizdekini de katarak bulduğumuz, şekli, rengi tuvale aktarma faaliyetidir.

Sanatla meşgul olan insanların dikkatlerini çeken bir nokta da; insanda yaratılalıdan beri karanlık, meçhul noktaları aydınlatıldığı halde hâlâ yeni sanat eserleriyle keşfedilmeyi, uyandırılmayı, uyarılmayı bekleyen gizemli noktaların olmasıdır.

İnsanların ruhî ihtiyaçlarını karşılayan sanat erbabı, bu işi icra ederken, en başta, “İnsan sanat eserini” korumaları gerektiğini bilirler. Bu, insanın ruh dünyasındaki sadist, behimî, âdî noktalarını değil de; bedihî ve âlî noktalarını uyarmaya çalışmaları da ilk başta sanatçıyı yüceltir.

Her yeni eser insan ruhunun henüz keşfedilmemiş noktasına tutulan bir projektördür. Bu aydınlatma ve aydınlanma ihtiyacı insanlığın sonuna kadar devam edecektir. Nihayet en son günde de insan ruhunun organları diyebileceğimiz hâsseleri doymadan, tatmin olmadan ahirete göçecektir.

Bunu, Bediüzzaman Hazretlerinin: “İnsanın ihtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştâk (aşk derecesinde arzulu) olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştâktır” tesbitiyle daha beliğâne anlıyoruz.

Bu nedenle Cennet’e girdiğinde dünyada tatmin olmamış duyguları tekrar devreye girecektir.

Efendimiz’in (asm) ifadesiyle bir hadis-i kudside Allah (cc) ‘’Salih kulları için Cennet’te hiç bir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın düşünmediği birtakım nimetler hazırladım.” (Müslim. Kitabül Cennet 2.3.4) buyurmakla, insana farklı güzellikleri müjdelemektedir. Ancak o güzellikler de insanı doyurmayacaktır.

Ve nihayet (insanın, dünya ve ahiret güzelliklerinin sahibi olan) Sâni-i Zülcelâl’in kendilerine lütfedeceği kulları O’nun dîdârı ile şâd olacaktır.

Efendimize (asm) ashabı sordular:

“Ey Allah’ın Resulü! Allah’ı görecek miyiz?”

Efendimiz (asm): “Dolunay gecesinde ay’ı görmekte güçlük çeker misiniz?”

Ashab “Hayır” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle devam etti:

“Sizler o gün O’nu görmekte hiçbir güçlük çekmeyeceksiniz.” (Müslim, Cennet 13; Dârimi Rikak: 90)

Aslında bütün sanatlar “O” mevcud-u meçhûlü arama sevdası değil midir?

Taklit edilemeyen mu’cize sanat eserlerini yaratan, sanatkârların da sanatkârı O yüce Yaratıcı Sani-i Zülcelâl’i görmek…

Hiçbir renk, çizgi, ses ve harflerle kelimelerle anlatılamayacak kadar olağanüstü bir buluşma olsa gerek.

Ey ustalar, ey sanatkârlar! Ne dersiniz?

Kaçır beni âhenk, al beni birlik

Artık barınamam gölge varlıkta

Ver cüceye onun olsun şâirlik

Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.

(Necip Fazıl Kısakürek)

İşte sanat böyle bir şey olsa gerek. Bu cahilin bir harman lafla anlatamadığı meramını ‘Fazıl’, adama dört dize ile anlatır. Rahmet olsun Reisü’ş-Şuarâ’ya…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*