Rusya´da Nur´un intişarı

Image

“Ben Sungur’u Rusya’ya, Tiflis’e göndereceğim.”

Bediüzzaman Said Nursî böyle demişti, Samsun Savcısının talebi üzerine deniz yolu ile oraya gitmek üzere Emirdağ’dan İstanbul’a geldiğinde. Fakat rapor alarak Samsun’a gitmemiş ve ifadesini İstanbul’da vermişti.

 

O zaman Mustafa Sungur, Samsun Hapishânesinde idi. Orada on bir ay yattıktan sonra beraet edip tahliye oldu ve Üstadının yanına gelerek hizmetlerine devam etti. Üç sene sonra askerliğini Samsun’da yaptı, terhis olunca da Isparta’ya döndü.

Bediüzzaman onun askerliğini de Samsun’da yaptığını öğrenince, “Ben seni Rusya’ya göndereceğim demiştim, demek bu mânâ imiş” diye lâtife ederek karşıladı.

Samsun’un Karadeniz Bölgesinde bulunmasını, Karadeniz’in de Rusya ile Türkiye arasında sınır olmasını nazara alan Mustafa Sungur; Üstadının, bu komşuluk münasebetini hatırlatarak kendisini taltif etmek istediğini düşündü.

Çünkü o zaman Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adı altında dünyanın üçte birini istilâ edip insanlığı küfrün karanlığında boğmaya çalışan zalim, kanlı bir rejim olan Komünizmin mümessili idi ve Demir Perde tâbir edilen o ülkelere girip iman mücadelesi vermek neredeyse imkânsız gibiydi.

Onun için Sungur, Bediüzzaman’ın mezkûr lâtifesinin istikbale ait bir tavzif olabileceğini pek düşünmediğinden o hayattayken her sözünü hatırladığı, her hatırasını hafızasına kaydettiği ve her vesile ile bunları nazara verdiği hâlde o sözü pek medar-ı bahs etmedi.

Said Nursî’nin vefatından sonra ise, Nur hizmeti kendi içinde kısmî bir dalgalanmaya maruz kaldığı; Zübeyir, Tahirî, Ceylan, Bayram, Hüsnü, Abdullah ve diğer saff-ı evveller gibi Sungur da kendini Nur hizmetinin sükûnetini, istikrarını sağlamakla vazifeli bildiği için bütün gücü ile cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalıştı.

Bu uğurda yolu yine sık sık karakollara, nezarethânelere, mahkemelere, hapishânelere düştü. Bazı Nur Talebeleri ile birlikte Mersin Hapishânesinde aylarca yattı.

Karşısına çıkan engeller bunlarla kalmadı. O da ekser saff-ı evvellerle birlikte cemaatin mahallî bir kesimi tarafından dâvâya ihanetle itham edildi, horlandı, dışlanmak istendi ve çeşitli sıkıntılara maruz kaldı.

Lâkin ‘fenâ-finnur’ olmanın verdiği mes’uliyet hissiyle şahsına yapılan hakaretleri sineye çekip onlara mukabele etmedi ve sadakatle, cesaretle, metanetle hizmetlerine devam etti. Birlikte hareket ettiği Zübeyir Gündüzalp’in sadık, sebatkâr, cesur, müdebbir hareketleri sayesinde dalgalanma duruldu, cemaatin sükûneti sağlandı ve Nur hizmeti her sahada inkişaf etmeye başladı.

Bediüzzaman’ın ‘fenâ-filüstad’ dediği Zübeyir, İstanbul’da kalıp Nur hizmetinin, onun koyduğu esaslar çerçevesinde sistemli ve istikrarlı bir şekilde işlemesini sağlarken Sungur, memleketi köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak müşfik tavrı ile hizmeti canlı tuttu, cemaatin fertlerinin ve hizmet mahallerinin birbiri ile irtibatını sağladı.

Böylece Said Nursî’nin; “Dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği hâlde bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-ı Kur’âniye ve imaniyedir” sözleri ile dile getirdiği ‘Sedd-i Kur’ânînin’ yapılmasına yardım etti.

Zübeyir Gündüzalp hayatta olduğu sürece cemaatin uhuvveti, ittihadı ve hizmetin istikrarının yanı sıra, onun müşfik tavrında da herhangi bir değişme olmadı. Herkes değişik mizaçta, karakterde, anlayışta olmasına rağmen bu farklılıklar meslek ve meşrebe yansımadı.

Gerçi o zaman da bu farklılıkları nifak unsuru hâline getirecek pek çok sebep zuhur etti, haricî parmaklar karıştı. Ama cemaat, karşısına çıkan meseleleri ehil insanlarla istişare ederek aştı. Lâkin onun vefatından sonra, haricî tahriklerin neticesinde bazı iç hareketlenişler, mizaç farklılığından doğan gruplaşmalar ve ayrı hizmet teşekkül ettirme temayülleri tezahür etmeye başladı.

Böyle hareketler meydana geldikçe nazarlar Sungur’a çevrildi. Fakat o şefkati şiâr edindiğinden, Üstada sadakatsizlik ve Risâle-i Nur’a ihanet mânâsı taşımayan gruplaşmalara müdahale etmedi.

“Allah, Risâle-i Nur’un bir rüknünü ihyâ eden her gruba hayat hakkı verir” diyerek şefkatinin hududunun, Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a sadakatle sınırlı olduğunu ifade etti.

Fakat Risâle-i Nur’un mesleğine, meşrebine aykırı hareket etme maksadı taşıyanlara karşı ancak niyetleri alenileştikten sonra tavır koymaya çalıştığından, bazı sapmalara ve kopmalara mâni olmadı.

Bunun yanı sıra her ne kadar, o zaman içinde bazı kişilere ve gruplara karşı şefkat hassasını ihlâl etti; bazı kişiler ve gruplar da onun gösterdiği şefkati istismar etti ise de tavrını pek değiştirmedi.

Memlekette sağlam bir zemine oturan ve ferde de, cemiyete de güven veren Nur Hareketi, yurt dışına açılıp demokrasi ile yönetilen hür ülkelerde faaliyet göstermeye başladığında oralara gidip destek verdi.

Risâle-i Nur hizmeti medar-ı bahs olduğu zaman ne engel tanıdı, ne yorgunluk hissetti. Her an hazır bir vaziyette bekledi ve gelen her dâvete, uzak yakın, küçük büyük demeden icabet etti.

Böylece, fena-finnur olmanın verdiği hizmet şevkiyle dünyanın, Türkiye’ye çok uzak ülkelerini bile defalarca dolaştı ama sınır komşusu olduğu ve Üstadı oralara göndereceğini söylediği hâlde Rusya’ya da, Tiflis’e de gidemedi.

Tâ ki, 1987 yılında Moskova’da Gorbaçov tarafından Glastnos hareketinin ilân edilmesiyle başlayıp, 1989’da Almanya’da Utanç Duvarı’nın yıkılmasıyla hızlanan Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar.

Mustafa Sungur, o zaman Üstadının mezkûr sözünün o anlık bir taltif değil, istikbale matuf mühim bir tavzif olduğunu anlayınca, onun henüz gerçekleşmeyen hedeflerinden birini de hatırladı.

Zîra 1910 yılında İstanbul’dan Van’a dönerken Tiflis’e uğrayan Bediüzzaman, Şeyh Sanan Tepesine çıktığında, yanına gelip ne yaptığını soran Rus polisine medresesinin plânını yaptığını söylemişti.

Onun Bitlis’le Tiflis’i karıştırdığını zanneden polis, “Burası Tiflis’tir” diyerek İslâm âleminin perişan hâlini nazara verip ümidini gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağını ima edince de o tarihî cevabı vermişti:

“Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Tiflis’te medrese açmanın, Üstadın geleceğe ait bir hedefi olduğunu anladı bu sözü biraz mütalâa edince. Rusya’nın, o sözde belirtildiği şekilde takallüs ederek yıkılmasını, medresenin yapılacağının delili saydı.

Said Nursî’nin, kendisini Rusya’ya ve Tiflis’e göndereceğini söylemesinin, zamanı geldiğinde bu işi yapma vazifesinin tebliği olduğunu hissederek hemen harekete geçti ve Demir Perde yırtılınca oraya ilk giren Nur Talebelerinden biri oldu.

Gerçi ondan önce çeşitli maksatlarla Rusya’ya giden ve gizlice Risâle-i Nur’u götüren Nur Talebeleri olmuştu ama Sungur oraya münhasıran hizmet maksadıyla gittiği ve yaptığı her işi Risâle-i Nur adına yaptığı için onun gidişi diğerlerinden farklı idi.

Rusya’da Nur’un intişarının ilk merhalesiydi Tiflis. Oraya gidince Şeyh Sanan tepesine çıkıp Üstadının nazarıyla şehri temâşâ ettikten sonra, tepenin görüş menzili içinde bir yere ilk Nur medresesini açtı.

Ardından Azerbaycan’a geçti. Yıllardır komünizmin tasallutundan bıkarak mânevî bir melce arayan Azeriler; diline, üslûbuna âşinâ oldukları ve muhtevasına hasret kaldıkları Risâle-i Nurlara kucak açtılar.

Hâl böyle olunca Azerbaycan’da, Nahçivan’da yeni bir Nur medresesi açmak için sadece Sungur’un veya onun gönderdiği bir Nur Talebesinin, o maksatla oraya gitmesi yetti. Böylece kısa zamanda, Bakü başta olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerinde, kasabalarında onlarca Nur medresesi açıldı ve her birinde yüzlerce insanın iştirak ettiği Nur dersleri yapılmaya başlandı.

Rusya, Tiflis’ten ve Azerbaycan’dan ibaret değildi elbette. Mustafa Sungur da onlarla iktifa etmedi. Oradan ata yurdu Orta Asya’ya açıldı ve Sovyetlerin çöküşünden sonra hürriyetlerine kavuşan Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Tacikistan’da ve diğer Türk cumhuriyetlerinde ard arda Nur medreseleri açtı. Bu hamleler neticesinde Kafkaslar ve Orta Asya da birer hizmet merkezi hâline geldiği için, Türkiye’de yetişen bazı Nur Talebeleri oralara gidip yeni Nur müdebbiri yetiştirdiler ve kısa zamanda her ülkenin kendi hizmetine sahip çıkmasını sağladılar.

Artık sıra Rusya’ya gelmişti. Oraya giden Nur talebeleri, Tatarlara Risâle-i Nurları anlattılar. Onların gayreti ve Sungur’un desteğiyle Moskova’nın Müslüman mahallelerinden birinde açılan Nur medresesini çok geçmeden başkaları takip etti.

Hizmet sahası, büyük deccalın ve âvânelerinin, yıllarca maddî mânevî tahribat yaptıkları yerler. Devlet kademelerinde ve cemiyetin müessir yerlerinde de hâlâ pek çok mensupları faaliyet hâlinde.

Bu yüzden Rusya’da Risâle-i Nurların intişarı pek kolay olmadı. Lâkin Nur Talebeleri, Süfyan tabir edilen İslâm deccalının ülkesindeki kadar büyük engellerle de karşılaşmadılar. Gerçi orada da Risâle-i Nurlar zararlı neşriyat tevehhüm edilerek yasaklanmak istendi, bazı Nur Talebelerinin faaliyetleri engellenmeye çalışıldı ama medreseler basılmadı, kitap okuyanlar hapse atılmadı, risâleler toplatılmadı.

Nur Talebeleri mahkemelere sevk edilip risâleler bilirkişilere inceletilmeye başlanınca Rus aydınları ve gazeteleri ekseriyet itibariyle bu yasaklama teşebbüslerine karşı çıktılar.

Türkiye’de, ancak elli yılda alınabilen mesafe Rusya’da on yılda aşıldı. Hâl-i hazırda bazı yerlerde mahkemeler devam ediyorsa da Nur medreselerindeki hizmetlere ve Nurların matbaalardaki neşriyatına bir müdahale yok.

Bediüzzaman, Rusya’nın geleceğini “Dinsiz bir millet yaşamaz. Rusya dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir” sözleri ile tebşir etmişti. Şimdi, Rusya’da; Mustafa Sungur’un gayretleriyle harekete geçen Türk, Tatar, Rus, Azerî, Türkmen, Özbek, Tacik, Gürcü, Abaza, Çeçen, Çerkez ve sair mahallî ırklara mensup Nur Talebeleri, o musalaha ve tebaiyetin zeminini hazırlıyorlar.

Bir gün “Sungur, bende öyle hastalıklar var ki, bir tanesi sende olsa yerinden kalkamazsın” demişti Said Nursî.

Bu gün seksenini aşan Sungur’da öyle hastalıklar var ki, bir tanesi herhangi bir insanda olsa, o kişi yerinden kalkamaz. Fakat o yerinde durmuyor. Üstadı gibi hastalıklara meydan okuyarak hizmet ediyor.

“Üstadla hayatının sonuna kadar beraber olmuş bu zat, Üstadın vefatından otuz sene sonra bile sanki o anda onunla beraber yaşıyor gibi hatıraları capcanlı. Her fırsatta Üstaddan bahsediyor, sözleri saf bal gibi akıyor. Aramızda lisân engeli olmasına rağmen konuşması hiçbir usanç vermiyor. Çünkü o dil ile konuşmuyor. Açılan kalbinin kanatları ile konuşuyor. Şevkinde, Üstada olan sevgi ve saygısının derinliği her hâlinden okunuyor.”

Yıllar önce Bediüzzaman Sempozyumu için Türkiye’ye geldiğinde tanıştığı Sungur’un, Said Nursî’ye ve Risâle-i Nur’a olan sadakatini bu ifadelerle dile getirmişti, Iraklı Arap âlimlerinden Prof. Dr. İmadüddin Halil Bey.

Mustafa Sungur hâlâ aynı ahvâl içinde.

İnşallah hep öyle de kalacak.

Zîra, fenâ-finnur olmanın iktizası bu hâl.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. iman ve kur’an hizmetinin saffı evvellerine böyle sahip çıkmanızı tebrik ederim. Risale-i Nur talbesi olmanın gereği olarak nurlara ait olan ne varsa hepsini canımızdan malımız ve evladımızdan aziz bilmemizin gerekliğini cümlelerinizden görür gibiyim.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*