Sadakte Üstadım!

Hazırlıklar aylar öncesinden başlamıştı… Mevsim savaş mevsimidir. Eski zamanların cihangir Asya ordularının kahraman askerleri olan şanlı ecdâdımız için, sürekli serhatlarda olan akıncılar için mevsim savaş mevsimidir… Gaye rızay-ı İlâhî, i’lây-ı kelimetullah… Hazırlıklar aylar öncesinden başlar. Kılıçlar bilenir, tuğlar hazırlanır. At sesleri nal tozlarına karışır, savaş başlamıştır. Artık durmak yok, artık geri dönmek yok…

Hz. Peygamber (asm), İslâmiyetin ölüm kalım savaşı olan, babaların oğullarıyla çarpıştığı, akrabaların birbirleriyle karşı karşıya geldiği Bedir Savaşı’ndan dönerken Ashab-ı Kiramına “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz” deyince, Ashab-ı Kiram hayretini gizleyemeyerek “Ya Resulallah, bu savaştan daha büyük bir savaş var mı ki?” diye sormuşlardı. Efendimiz (asm) ise ”Evet var. Nefsimizle savaşa gidiyoruz” demiştir.

Hazırlıklar aylar öncesinden başlamıştı. Önce ihtiyaç hisseden, “Ben bu dâvâda varım!” diyen gençlere ulaşılmış, şahs-ı manevinin duâsı alınarak tekerlekler dönmüştü. Sakarya ilinin Geyve ilçesine yakın, Hz. Ali (ra) ile Hz. Üstadın ruhaniyetlerinin görüldüğü dağlardaki mekânımızda, sayıları 40’ı bulan, kahraman ecdadın kahraman torunlarıyla birlikte 25 günlük 3. Liseliler Külliyat bitirme programındayız. Küçük bir Türkiye var burada, farklı illerden gelen kardeşler var. Mevsim ‘savaş mevsimi’ydi. Bu program âhirzamanın iyice kızıştığı bu zamanda liseli gençlerin ecdaddan bir emaneti, bir sancağı, bir bayrağı devr alma töreniydi adeta. Şimdi savaş vardı nefse, sefahate, dalâlete karşı… Şimdi savaş vardı okumamaya, tembelliğe, tenperverliğe karşı…

İlk kitap Sözler… Ve herkes Sözler’in bitmesini gözler… Okuduk, okuduk… Günlük ortalama 200 sahifeyi bulmaya çalışıyoruz. Günlük okuma sayfalarımızı takip çizelgemize yazarken “Cennette beraatimiz olsun” duâlarımızla okuduk… Geçmiş günahlarımızın affedilmesi için, imanımızın taklitten tahkîke ulaşması için okuduk. Bizi bilen, seven ve her vesileyle bildiğini ve sevdiğini bildiren Zatın aşkını kalbimize düşürmesi için okuduk… Sünnet-i Seniyyeye uyarak Hz. Peygamber’in (asm) “Kardeşlerim!” hitabına muhatap olmak için okuduk. Üstadımıza “Sadakte!” borcumuzu söyleyebilmek için sadakatle okuduk… Burada her şey okur, herşey okunur… Dağ, taş, sema, hava, bulut, rüzgâr, ağaç… Kırmızı kitaplar hızlıca biter, kaşe vurulan kitaplar artık sahibini bulmuştur. Her taraftan Nurların sonundaki bitirme duâları sesli yapılır. Bitirenin ismi ilâve edilir… “Ya Allah! Ya Rahman, ya Rahim. Ya Hayy, ya Kayyum, ya Hakem, ya Adl, ya Kuddüs… İsm-i Azam hakkına…”

Üstad Hazretlerinin Barla’daki çınar ağacı yok burada, ama çınar ağaçlarına kurulu 4 farklı büyükçe menzilcikte sâfi dimağlar sürekli okur… Okumaya ara verilince başka bir kitap açılır: Kitab-ı kebîr-i kâinat… Belki şimdi cennet bahçelerinde gözü açılarak bizi mesrurane seyreden merhum Seyfeddin Gültekin Ağabeyin “Fıtrat eşittir Risale-i Nur” sözünü tasdik edercesine geçler okur, ağaçların hazin hemhemelerinin ne demek olduğunu görerek… Menzilciğin altından akan küçücük dere, bize altlarından ırmaklar akan cenneti hatırlatırken derenin şırıltıları, şıpıltıları mahlûkatın cehrî zikrine karışır… Bir kardeşimiz “Rahmet gelse de serinlesek” diye içinden geçirir geçirmez, misafiri bulunduğumuz Zat bizi kırmaz, rahmetini gönderir, günlerce rahmet yağar. “Ey yer suyunu yut, ey gök suyunu tut!” meâlindeki âyetin tefsiri mânâsındaki 25. Söz’deki bir bahis okunurken yağmur durdurulur. Bir kardeşimiz gölgede okumak maksadıyla güneşi arkasına alırken Güneşin bir şuâı bir anda “Nur” kelimesi üzerinde tecelli eder, dikkatleri Nur’a çeker.

Üç gün sonra ancak farkına vardım kuşların cıvıltısının, rüzgârın hışırtısının. “Ne kadar da uzaklaşmışım Saniin masnuundan” demiştim kendi kendime. Görüp de görmemek, duyup da duymamak  sahiden var imiş… Ülfet, gaflet tabakaları birer birer yırtılırken Kameri gördüm bir gece, yıldızları gördüm… 2-3 ay Çam Dağının hazin ve yalnız tepelerinde “Madem Cenâb-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmanız hakkınızdır” diyen koca Bedii’yi şimdi daha iyi anlıyorduk. Yıldızları konuşturan bir Yıldızname’yi okuduk, yaşadık bir gece…

Dış dünyadan muvakkaten de olsa kopmuştuk. Burada bize bu mekânın nurlandırılmasına vesile olan Cavit Sak Ağabeyimizin deyimiyle “İlk geldiğinizde gözleriniz havaya, yukarıya bakıyordu artık aşağı bakıyor, yassı bakıyor, mânâlı bakıyor.” Eski zamanlarda inziva için mağaraya çekilenler gibi hissetsek de kendimizi, biliyorduk ki hayatın ta içindeydik, tam içindeydik… Horhor Medresesinden ayağı kayıp da aşağıya uçuruma yuvarlanan ve “Dâvâm!” diyerek dâvâsının hürmetine gaybî bir el tarafından medreseye konulan Seyda’nın yanında Van’daydık, hayalen… Kosturma’ya gittik sonra, esir kampına… Tatarların kefalet olup da aldırarak kaldığı küçük camide Rusya’nın o uzun kış gecelerinde Volga Nehrinin gurbeti tahattur ettiren hazin akışında Eski Said’den Yeni Said’e geçme kararını beraber aldık. “Beni dünyaya çağırma!” dedik esaretten dönüşte İstanbul’da Çamlıca’da… Ankara’da hoşamediyle karşılandık, “Bu insanların dünyasına karışmak artık yeter” diyerek Van’a, Erek Dağına beraber döndük. Elleri kelepçeli Batıya sürgüne götürülürken “Seyda bizleri bırakıp nereye gidiyorsun?” diyerek kilometrelerce takip eden ahaliye ”Anadolu’yu tekrar vatan yapmaya gidiyorum”u beraber söyledik… “Vefatıyla hayatımın yarısı gitti” dediği validesinden sonra geri kalan yarısının da hem yeğeni, hem zeki bir muhatap, hem dâvâsının varisi diye düşündüğü Abdurrahman’ın vefatına beraber ağladık. Gözyaşları kan oldu, sel oldu. Kur’ân-ı Hakim’in eczanesinden teselliyi, nuru, ricayı 26. Lem’a’da beraber bulduk.. ve binlerce Abdurrahman’ı veren Cenâb-ı Hakk’a dertler ve dermanlar sayısınca beraber şükrettik. Barla’da, Çamdağı’nda, Isparta’da da beraberdik. Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishaneleri.. Kastamonu, Emirdağ sürgünleri… Afyon’da tecrid-i mutlakta boş, büyük ve soğuk odada camları kırık bir halde soba yaktırılmadan beraber kaldık. Üşüdük, üşüdük. Zehirlendik. Titredik, ama bize bu eza ve cefayı lâyık görenlere bedduâ bile etmedik. Ve hep düşündük.. Bu koca Bedii’ye Binbaşı Asımlar, Hafız Aliler, Hasan Feyziler niye canlarını onun namına verirler? Biz de vermek istedik.

Risâleler basıldı, Nurun bayramıydı sevindik. 40 bayramı yalnız geçiren, 30 günde bir defa gülmeyen Ustabaşımız, Üstadımız Said gibi sevindik… Bolvadinli çoçuklarla birlikte Üstadın faytonunun arkasından ayakları çıplak dakikalarca koştuk.. “Bediüzzaman dede, Bediüzzaman dede” diye haykırırken hepimiz onun evlâtlarıydık. Biz Üstadla saatlerce konuştuk burada. Kimimiz 10, kimimiz 12, kimimiz 15 saat… Kimimiz gece ziyaret etti, kimimiz gündüz.. “Risale-i Nurları okumak benimle görüşmekten 10 kat daha ziyade menfaatlidir” demiyor muydu Üstadımız? Biz burada Risale-i Nur’dan konuştuk, ‘Risale-i Nurca’ konuştuk…

Mevsim savaş mevsimidir. Zaman seferberlik zamanıdır. Bu dünya darü’l-hizmettir, çalışma yeridir, meşakkat yeridir; darü’l-ücret ve keyif ve lezzet alma yeri değil… Burada arkadalarımız elmas kalemli Hulusi beyler, Hafız Aliler, Hüsrevler, Şamlı Hafız Tevfikler, Lütfüler, Rüştüler… Burada arkadaşlarımız Gül ve Nur fabrikaları sahipleri, mübarekler heyeti… Onlarla yatarız, onlarla kalkarız… Onları anlatırız, onları sorarız. İkram saatlerinde Risale-i Nur’da hangi konu hangi risâlede geçiyor, bu mektuplar hangi ağabeyin gibi ödüllü sorular sorulur. Bilen de kazanır, bilmeyip dinleyen de…

Bütün bunları yazarken okumalarımdan geri kaldığım için kendimi zorlayarak kardeşlerin şahs-ı manevisi namına kaleme alıyorum..

Mevsim savaş mevsimidir… Bir diğer cephede, Zonguldak Çaycuma cephesinde olan Üniversiteliler Külliyat bitirme programındaki ağabey ve kardeşlerimizi ve bütün okuma programında olan Nurun neferlerini tebrik ediyor, ihlâsta muvaffak olmamızı Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*