Sadeleştirmeye sevk eden ‘sebepler(!)’ üzerine bir tahlil

Arkadaşlarla sadeleştirme konusunu konuştuğumuz zamanlarda, benim sadeleştirmenin yanlış olduğunu söylememe karşılık, bana “Biz bu insanlara orijinal Risaleleri verdiğimiz zaman, anlamadıklarını söylüyorlar. Bu yüzden Risale-i Nur’ları okumuyorlar. Sen Risale-i Nur’un daha çok kişiye ulaşmasını istemez misin? Niye karşı çıkıyorsun bu işe?” diyorlar. Aslında bu savunmayı, sadeleştirmeyi yapan yayınevinin açıklamalarında ya da sadeleştirmeye sahip çıkan grubun medya yayın organlarında da sık sık görebiliyoruz. “Sadeleştirilen Risale-i Nur’lara gençlerden büyük ilgi”1, “Lem’alar sadeleştirildi, ‘anlamıyoruz’ diyen gençler mutlu”2 gibisinden…

Şunu başta belirtmekte fayda olacak, bizler asla ‘Bu hakikatler herkesin eline ulaşmasın, bunlar belli bir zümrenin elinde kalsın!’ gibi bir niyetle sadeleştirmeye karşı değiliz. Biz de isteriz Risale-i Nur herkese ulaşsın, herkes bu eserlerle imanını kurtarıp, kabre imanla girsin. “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”3 diyen Üstadın talebelerinde tabiî ki bu hakikatleri herkese ulaştırma amacı olacaktır. Bunun aksini düşünmek mümkün değil. Önemli olan bunu yaparken nasıl bir yol izleyeceğimiz. Zaten bizim için bu konuda ayrılığın başladığı yer tam olarak burası. Çünkü bizler Risale-i Nur’dan ve Üstadımızdan aldığımız derse binâen, bu devirde iman kurtarmak gibi ulvi bir vazifesi olan Risale-i Nur’un, “Milyonlara ulaştıracağız” diyerek tahrif edilmesini asla doğru bulmuyoruz. Gücümüz yettiğince bunu da anlatmaya çalışıyoruz. Başkasının kalemi ya da fikri karışmış eserlerin, yani tahrif edilmiş eserlerin bu ulvî vazifeyi yerine getirebileceğini düşünmüyoruz. Bunu bir temsille anlatırsam: Bize âcil dersinde şöyle bir şey anlatılır. “Trafik kazası, suda boğulma ya da elektrik çarpması gibi herhangi bir kaza anında, kurtarıcı konumundaysanız önce kendinizi sağlama alın. Aksi takdirde yaralı ya da ölmüş bir kurtarıcının kimseye faydası olmaz.” İşte biz bu yüzden Risale-i Nur’u koruyoruz. Bu yüzden korumak zorundayız. Çünkü bu devirde bizi dünya bataklıklarından, hâdisâtın tazyikatından, evham ve şübehatın hücumlarından kurtaracak olan Risale-i Nur’dur! Allah korusun, onun sıhhatinin bozulması demek kurtarma görevinin de bozulması demektir. Elimizden geldiğince onu muhafaza etmeyi, sahip çıkmayı bu hayatta en mühim vazifemiz addetmişiz. Zaten Risale-i Nur’a talebe olmak da bunu gerektirir…

Evet, uzunca bir girişten sonra, sadeleştirmeyi gençlere daha kolay ulaşmak adına savunan birisine yukarıdaki gibi bir açıklama yaptığınızda, size muhtemel cevabı şöyle olacaktır:

“O zaman nasıl bir yol izleyeceğiz? Madem buna yanlış diyorsun, bize başka bir yol söyle.”

Öncelikle bizim insanlara Risale-i Nur’u anlatmada izleyeceğimiz yolu belirlemede Emirdağ Lahikası’ndaki şu cümle bence çok önemli: “Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı.” Yani biz insanlara Risale-i Nur’a ne kadar muhtaç olduklarını anlatmalıyız. “Risale-i Nur Hizmetinin sana ihtiyacı var” gibi bir anlatıma girmemeliyiz. Sonuçta bir memlekette kimse Risale-i Nur okumazsa; o memleket kaybeder. Bu durumdan Risalelerin bir zararı olmaz. Tam tersi durumda da o memleket kazanır. Yine Risalelerin değerinde bir artış olmaz. Çünkü Risale-i Nur kendini ispatlamıştır. Onun reklama ya da müşteri çekmeye ihtiyacı yoktur.

Peki, siz ne kadar insanlara anlatsanız da kulağını kapayacak, sırtını dönüp gidecek insanlar da olmayacak mı? Büyük ihtimalle olacak. Nasıl ki Peygamberimizi (asm) gördükleri hâlde çoğu insan İslamiyet’i kabul etmemiş, burada da siz ne yaparsanız yapın Risale-i Nur’u okumayacak, o daireye girmeyecek insanlar karşınıza çıkacaktır. Ama “Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur.”4 sırrınca yapılan uğraşlar sonunda milyonların eline Risale-i Nur verememek sizin için başarısızlık olmamalı.

Bu iki noktayı hâllettikten sonra artık izlenecek yolu anlatmaya geçelim. Evet, şöyle bir soruyla başlayalım: “Bir insan neden Risale-i Nur okur?”

Bir cümleyle cevap verecek olursak, “İnsan, iman-ı tahkikiyi elde edip kabre imanla girebilmek için Risale-i Nur’ları okur.” Çünkü insanın bu dünyada başına açılan en mühim dava imanla kabre girmek davasıdır. Ve “kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolayı Risale-i Nur’dadır.”5

İşte insanı Risale-i Nur’a mecbur eden en büyük sebep budur. Bu yüzden insan Risale-i Nur’a muhtaçtır. O zaman biz de bir insanı Risale-i Nur dairesine çağırıyorsak, ona bu durumu iyice anlatmalıyız. Ona bu hayata geliş gayesini ve bu gayeyi yerine getirmede en büyük yardımcısının Risale-i Nur olduğunu; taklidî imanın bu zamanın hücumlarına karşı dayanamayacağını bu yüzden imanı kuvvetlendirmenin şart olduğunu ve bu konuda da en büyük yardımcımızın Risale-i Nur olduğunu anlatmamız gerekir. Burada iş tamamen bizdedir, biz ne kadar elimizdeki metinlere sadık kalarak anlatımımızı yaparsak karşımızdaki durumun ciddiyetini kavrayacaktır. Eğer aklı varsa durumun ciddiyetini kavradıkça bu davayı kazanmak için Risale-i Nur’a sıkıca sarılacaktır.

Ama biz ona neden Risale-i Nur okuması gerektiğini söylemezsek, durumun ciddiyetini ve onun Risale-i Nur’a ihtiyacı olduğunu, Risale-i Nur’un ona ihtiyacı olmadığını anlatmazsak onu o daireye sokamayız. Çünkü öyle bir durumda Risalelere karşı lakayd kalır. Meselâ sadece sizle beraberken okur. Hattâ daha da kötüsü okuyormuş gibi yapar. Diyelim ki, siz bunu fark ettiniz ve zorlamaya başladınız. Bu sefer de ters teper, iyice soğur. İşte tam burada size o meşhur mazereti sunar:

“Abi/abla ben bunu anlamıyorum. Dili bana çok ağır geliyor.”

Sizin burada ona yapacağınız şey sadeleştirilmiş bir Risale-i Nur vermek değildir. Aksine sizin şunu demeniz lazım: “Demek ki ben durumun ciddiyetini anlatamamışım.” Çünkü o, durumun ciddiyetini anlasa, Üstadın “Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.” dediği gibi dört elle Risale-i Nur’a sarılacaktı. Bir miktar kelimeyi öğrenmek ona zor gelmeyecekti. Ekmeğe ve suya olan ihtiyacı gibi, Risale-i Nur’a ihtiyacı olduğu bilincinde olacaktı.

Aslında bu durumu şöyle bir temsille de anlatabiliriz: Şimdi, düşünün, siz bir doktorsunuz ve karşınızdaki hastanın ciddî bir hastalığı olmasına rağmen, o bu durumu pek önemsemiyor. Belki de hasta olduğunu da bilmiyor, karşınıza başkasının zorlamasıyla gelmiş. Böyle bir durumda siz bu hastaya ilaç yazıp gönderirseniz, yaptığınız işin bir anlamı olmaz. O kişi ya ilaçları düzenli olarak kullanmaz ya da sizin sakınmasını söylediğiniz şeylerden sakınmaz ve bunun sonucunda siz hastalığın gerilemesini beklerken hastalık ilerler, belki de geri dönülmez bir hâl alır. İşte bu yüzden sizin ilk yapmanız gereken, durumun ciddiyetini o insana kabul ettirmektir. Bunu yaptığınız takdirde hasta iyileşmek adına sizin her söylediğinizi yapacak, hattâ zehir verseniz içecektir! Ve böylece o kişi hastalığından kurtulacak, siz de üzerinize düşen görevi tam yapmış olacaksınız.

Peki, siz karşınızdaki kişiye dünyadan imanla ya da imansız ayrılmanın farkını en küçük ayrıntısına kadar, en kuvvetli delillerle anlattığınız hâlde, o hâlâ bu ikisinin farklarını anlamamışsa ne yapacaksınız? Bu sefer de onu bu daireye girmekten alıkoyan sebebi araştırmanız lazım. Şeytan onun zayıf bir damarını tutmuş ve oradan onu etkiliyor olabilir.

Mesela şeytan onu tembellik damarından tutup Risale-i Nur’dan uzak tutuyor olabilir. Yeni kelimeler öğrenmek, okunan bir kitabı tekrar okumak, kalın kalın kitapların nasıl biteceğini düşünmek gibi şeyler onun aklında dolanıp durur. Şimdi böyle bir durumda olan insana sadeleştirilmiş Risale-i Nur’un verilmesi faydalı mıdır? Bırakın faydayı, aksine zararlıdır. Çünkü sizin öncelikli göreviniz/hedefiniz onun içindeki tembelliği küçültmek ve en sonunda yok etmektir. Ama siz ona sadeleştirilmiş Risale-i Nur’u verdiğiniz takdirde hem onun tembelliği büyüyecek, hem de Risale-i Nur tahrif olduğu için etkisini gösteremeyecektir. Ve o tembellik bir gün öyle bir hâl alacak ki, artık insanı abdestten, namazdan uzaklaştıracaktır. Yemek yemeye, gezmeye, dünyevî menfaati olan yere koşa koşa gidecek ama iş abdeste, namaza gelince ayağa kalkamayacaktır.

Risale-i Nur’da geçen şu iki ifade sanırım bu tembellik hastalığına tutulmuş insanlara karşı izleyeceğimiz yolda, ne yapmamamız gerektiği konusunda bize yardımcı olacaktır:

Birincisi: “Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meâl-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl ‘akıllı adam’ denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için, o nur menba’larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!”6

İkincisi: “Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği hâlde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ İlâhe İllallah ve Allahu Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.”7

Bu olayı yukarıdaki temsil çerçevesinde ele alırsak karşınızda şekeri yükselmiş bir hasta var. Ve siz bu hastanızın şekerini böyle yükselten sebebi araştırmadan onun şekerini düşürüp gönderiyorsunuz. Böyle bir durumda siz o insana yardım mı etmiş oluyorsunuz? Veya daha da kötüsü baktınız hastanız şeker hastası olduğu için şekeri yükselmiş ama o bunu bilmiyor. Ona asıl hastalığını anlatıp onu bu dertten kurtarmak mı istersiniz, yoksa o an için şekerini düzeltip eve göndermek mi?

Tabiî tembellik insanı Risale-i Nur’dan alıkoyan özelliklerden sadece biri. Daha bunun gibi pek çok şey saymak mümkün. Hattâ yakın zamanlarda başımdan geçen bir olayı anlatayım: Arkadaşımın evinde kalan bir kişiye neden okumadığını sorduğumda, bana “Ağabey, bir sürü yabancı kelime var. Ben bunları öğrenip nerede kullanacağım demişti.” Bu bahsettiğim çocuk da tıp fakültesi 1. Sınıfta okuyan bir çocuk ve ömrü boyunca ezberleyeceği yabancı kelimelerin haddi hesabı yok ama onun kafasında dünya daha ağır basıyor demek ki. Bir nevî “bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih etmek” hastalığına tutulmuştur belki. Şimdi sormak lâzım: Bu bakış açısına sahip bir insana sadeleştirilmiş Risale-i Nur vermek akıl işi mi? Onun sahip olduğu bakış açısını değiştirmeden ondan Nur Talebesi olmasını nasıl bekleyeceğiz? Bu şekilde nasıl Nur Talebesi olabilir?

Evet, nasıl ki kökü haşerelerle dolu bir ağacın dallarını budamak ne kadar mantıksız ve o ağaca faydasızsa, asıl sorunları başka olan ama “Dili ağır” gibi bahanelerin arkasına gizlenen gençlere de sadeleştirilmiş Risale-i Nur vermek mantıksız ve faydasızdır. Ne o kitaplar Risale-i Nur olur, ne de o insanlar Risale-i Nur Talebesi.

Dipnotlar:

1- http://www.zaman.com.tr/cuma_sadelestirilen-risale-i-nurlara-genclerden-buyuk-ilgi_1273577.html
2- http://www.zaman.com.tr/gundem_lemalar-sadelestirildi-anlamiyoruz-diyen-gencler-mutlu_1257051.html
3- Tarihçe-i Hayat
4- 20. Lem’a, 3. Sebeb
5- Tarihçe-i Hayat
6- 26. Mektub, 4. Mebhas, 8. Mes’ele
7- 29. Mektub, 7. Kısım

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. Şu sıralar bu konuyla alakalı çok hararetli tartışmalara şahit oluyoruz. “Sadeleştirilmeli” ve “Sadeleştirilmemeli” diyen her iki tarafta güçlü hüccetlere sahip. Fakat evvela, bu yazı üslub itibari ile birçok kardeşimize örnek olmalı. Öte yandan, asıl meseleyle alakalı bir değerlendirme yapacak olursam, Risalelerin herhangi bir şekilde tahrif edilmesine katiyyen müsaade edilemez; ancak, bu mevzuu detaylı incelediğimde sadeleştirmenin meşru ve müspet bir hareket olduğu kanaatine vardım. Evvela, burada niyetin müspet olduğunu gözardı etmeden hüküm vermek gerek. Yazıda gençlerin Risale’ye ihtiyaçları olduğu kanaatine varmalarının gerektiği ifade edilse de, bu her kesime hitap eden, kavrayıcı bir hüküm değil. Bu hüküm, bir örnekle açıklayacaksak eğer, babası en azından cuma kılan yani dini manada bir kulaktan dolma birikimi olan birisi için geçerli. Ancak, Istanbul gibi bir memlekette,kendini gençliğin sarhoşluğundan zor alan ve haftada bir gün bir hayıra zorla gelen bir liseli veya üniversiteli için pek de makul değil. Elbette etrafta misaller vardır ki ne insanlar ne uçurumlardan dönmüşler, fakat bence Nur Talebeleri harikalara göre hareket etmemelidirler ve böylesine en uçtaki insanlara bile bir şeyler anlatma gayreti içinde olmalıdırlar. Sonuçta sadeleşmiş de olsa o kitaplarda haram yazmıyor. Okuyanlar, “Risale okudum.” diyemezse de en azından “İman hakikatleri adına hiç düşünmediğim, göz ardı ettiğim meselelere değinen bir kitap okudum.” diyebilir. Ve bu çok güzel bir iman hizmetidir ve alkışlanmalıdır. Ayrıca, kitapların üstünde “sadeleştirilmiştir” diye bir ibare var ve asıl müellifin Üstad Bediüzzaman Hazretleri olduğu yazıyor. Ve kanımca bu, okuyanları aslını okumaya teşvik edecek mahiyettedir. Önemli olan bu meselenin ne Hakim-i Zülcelal’i ne Hz. Peygamber’i (sav) ne Nurları ne de Üstadı kırmadan yapılması ve eleştirirken de üç sorundan biri olan “ihtilaf”a yol açmamaya özen gösterilmesidir. Vesselam…

  2. Abilerimizin samimiyetinden kesinlikle şüphem yok. Yazınızı sonuna kadar okudum çoğu yerdede haklı buldum. Hoca Efendi bir yazısında “Rica ederim yazarın okuyucunun seviyesine inmesi gereklidir fakat okuyucununda seviyesini yükseltmeye çalışmalı değilmi?” Mealinde bircümlesi var.
    İçerik değişmesi endişenizde kesinlikle haklısınız fakat bu endişenin daha fazlasını Kuran-ı Kerim meali için duymamız gerekmezmi. Böyle bir endişe karşısında ise herkez ortanın üstünde arapça öğrenmeli dememiz gerek. Eğer bu vehimlere kapılıpta Kuran mealinden uzak durulmamışsa Risale-i Nurların sedeleştirilmesinden hiç endişe etmememiz gerekiyor.
    Bence hakiki bir müslüman önce Kuran-ı hakiki dili ile anlamaya çalışmalı ve hakiki Risale-i Nur şakirt i ise kesinlikle yazıldığı dilde risaleleri anlamaya çalışmalı.
    Bu arada aklıma şimdi geldi. Başka dillere çevrilen risalelerde daha büyük bir risk yokmu? Sonuçta tamamen farklı bir dil. Hatta bu çeviriler direk tTürkçedende değil mesela ingilizce den korece ye(korece risale varmı bilmiyorum. Sadece bir örnek) gibi…
    Allah sizkerden Razı olsun. Keyfiyet ve kemmiyetimizi arttırsın
    Daim Muhabbetle

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*