“Sadîk-ı ahmak” daha zararlı

Başlıkta gördüğünüz “sadîk-ı ahmak” tâbirini Üstad Bediüzzaman bilhassa Münâzarât ve Muhakemât isimli eserlerinde kullanmış.

Bu tabirle kast edilen tipler, “dinde sâdık, fakat aklî muhakemede noksan” kimselerdir.

Bunların yüzünden, dine ve dindarlara çok büyük zararlar geliyor.

Öyle ki, Muhakemât, Yedinci Mukaddeme’nin sonunda “sadîk-ı ahmak” kimselerin “adüvvü’d-din”den daha muzır olduğu dahi açıkça ifade ediliyor.

Yani, o makalede “dinde sadık” olduğu halde, ahmakça davrananların, din düşmanlarından daha zararlı olduğu hususu nazara veriliyor.

Bilindiği üzere, aynı hususla ilgili olarak ayrıca şöyle bir darb-ı mesel var: Ahmak dost, düşman kadar zarar verir.

Sâdık ahmakların en büyük zararı, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi göstermesiyle başlıyor.

Bir diğer sakatlıkları, dinin terazisini, şeriatın mizânını bozacak derecede mübâlağa, mücâzefe yapmalarıdır.

Bu tür kimselerin tahribatına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, ilgili bahiste şunları beyan ediyor: “Dikkat olunsun ki: Böyle mücâzifler (cerbeze ile aldatanlar), nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar! Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicap ettim; yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinde şeriata adâvet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.”

Demek ki, şeriatın sınırlarını zorlayacak, yahut aşıp taşacak şekilde konuşmak veya nasihatta bulunmak, din düşmanından daha muzır, daha tehlikeli bir hal alabiliyor.

Aynı bahsin girişinde “Mübalâğa ihtilâlcidir” diyen Üstad Nursî, izâh sadedinde şunları ifade diyor: “Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenâlık etmek demektir. Bilmediği halde, tezyidinden noksan, ıslâhından fesat, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder.”

Bu hakikati misâllendirme noktasında ise, şu veciz ifadeler serd ediliyor: “Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek (ilâcı ziyadeleştirmek), devâyı dâ’e (tedâviyi zıddına) inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.”

Karakterlerinde dengesizlik var

Yukarıdaki misâllerde görüldüğü üzere, dün hac gibi farz ve zina gibi büyük günâhlar konusunda din adına dengesizce sözler sarf edenler, meselâ günümüzde de namaz gibi farz ve meşveret gibi emr-i İlâhî olan konularda hiç olmayacak lâflarla ortalığı bulandırmaya çalışanlar var.

Meselâ, siz adama diyorsunuz ki: Bak kardeşim! Meşveret ve şûrâ, Kur’ân’da emredilmiş. Biz de bu emre uyarak, iş ve hizmetlerimizi meşveret ediyoruz. Kifayet-i müzakereden sonra alınan kararlara riayet ile hizmetlerimizi idame ettiriyoruz.

Esasında, bu tarz bir izahatı gayr-ı müslim kişi dinlese, kuvvetle muhtemeldir ki, buna saygı duyacak, belki de takdir edecek.

Lâkin, sadıku’l-ahmak kişinin mukabelesi başka türlü oluyor ve meselâ diyor ki: “Madem öyle, bizahmet şu namaz meselesini de istişare ediverin de, hani mümkünse şu beş vakti iki-üçe indiriverin.”

Aklınca, bir emr-i Kur’ânî olan meşveretin ehemmiyetini küçümsemek için, meşveret edilmesi asla söz konusu dahi olmayan bir farzı diline dolayıp ortalığı bulandırmaya çalışıyor.

Meşveret ve namaz meselesini alaya almak da, bunları birbirine karıştırmak da kimsenin haddine düşmemiş.

Kimsenin haddine düşmemiş derken, burada mecburen “sadıku’l-ahmak” kimseleri istisna tutmak durumdayız. Terazisi bozulmuş bu tiplerden her türlü münasebetsizlik beklenir.

Din düşmanları bile bunlar kadar dine zarar veremediğine göre…

İstişareye tâbi konular

Mesele hakkında az buçuk fikri olanlar gayet iyi bilirler ki, istişareye tabi olan konular, nass-vahiy ile kat’iyet peyda etmeyen, daha ziyade muğlak görünen ve bilhassa tartışma götüren hususlardır.

Bu hususlar üzerinde, elbette ki meşveret edilir ve edilmeli.

Ayrıca, şunu bilmeli ki, vahiy ile kesinlik kazanan meselelerin dışındaki konular meşveret edilirken, bunda da ilk başlarda mükemmelliğe vasıl olanamayabilir.

Yani, şahıslar gibi cemaatler de tekâmül kànununa tabidir. Dolayısıyla, meşveret ve şûrâlar da zamanla tekâmül eder. Asıl önemli olan, emirle bildirilen bir usûle, istişare usûlüne uymak, ona riayet etmektir.

Hem meşveretten kaçınmak, hem alınan istişarî kararları tenkit etmek, son derece tehlikelidir. Hem tenkit sahibine, hem onu dinleyene büyük zararlar verir.

Cenâb-ı Hak, bizleri hakkıyla meşveret edip usûlü dairesinde alınan şûrâ kararlarına riayet edenlerden eylesin.

@salihoglulatif’ten

Nisan ayında başlayan Risâle-i Nur’a bandrol engeli, Ekim ayına kadar süreceği kesinleşti; üstelik, sonrası da meçhûl.

Âkıbeti meçhûl bu kesintiye sebep olanların vicdanı rahat mı acaba?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*