“Said Nursî İslâmcılardan farklı söylüyor” sayın Bulaç!

Arap Baharı (yolunu şaşırmış sefih felsefeden beslenen ikinci Avrupa’nın müdahalesiyle kışa, fırtınaya dönüştü), İhvân-ı Müslimînin iktidara itilmesi, Suriye’deki katliâm, işgal, “İslâmcı” iktidarların fiyaskoları, dindarlığın siyaset alanında sulandırılması, dünyevîleşmesi, “İslâmcılar” ile Said Nursî’nin model ve metotlarını bir kez daha gündeme getirdi.

Bu bağlamda Ali Bulaç, 18 Ağustos 2012 tarihli yazısında İslâmcıların, “Dünyanın Kur’ân ve Sünnet perspektifinden okunması; Müslümanca bir hayatın mümkün hale getirilmesi (Siyaset bunun yegâne değil, ama etkili enstrümanlarından biridir); İslâm Birliği’nin kurulması (İttihad-ı anasır-ı İslâm)” üç ana hedeflerinin olduğunu vurgulamış ve eklemiş:

“Bu üçüne hangi inanmış Müslüman karşı çıkabilir ki? Yöntemini bir kenara bırakacak olursak Said Nursî İslâmcılardan farklı mı söylüyor?”

İlahiyatçılıkta da meslekdaşım, İslâmcılarla Bediüzzaman’ı kıyasta fena halde aldanıyor! Zira, “hem yöntem, hem de söylem” yönünden Bediüzzaman farklı söylüyor, farklı yaklaşıyor. Sayın Bulaç’ın da kaçırdığı, meselenin ana ukdesini teşkil eden ve kendisiyle çelişerek ortaya koyduğu yönü de bu:

İslâm tarihi boyunca bütün müceddidler, müçtehidler, müfessirler, mutasavvıflar, mütefekkirler, hükemalar (İslâm filozofları), âlimler “iman-ibadet-ahlâk, ukubat” çerçevesinde aynı meseleleri yorumlamış, anlatmış, yazmış, ders vermişler.

Aralarındaki fark; “yöntem”, yani “usûl, üslûp, metot, yaklaşım tarzı”dır. En önemli fark, usûlde, metotta ve prensipte tezahür ediyor. Sayın Bulaç ise onu bir tarafa bırakıyor! Said Nursî’nin hemen her meseleye yaklaşımı, metodu, tarzı, sistemi de “İslâmcılar”dan farklıdır.

Ana hatlarıyla nazara verirsek:

* İman esaslarına farklı yaklaşır: Onun hizmet stratejisi “iman eksenli.” Bütün mesaisini buna teksif eder. En büyük güç kaynağı olarak da “ihlâs”ı esas alır.
Başta iman şartlarını ispat ve izah ile akıl, kalp, vicdan ile sair lâtifelerin tatminini sağlar.

İslâmcılar ise “siyaseti” öncelerler. Bunun için de, siyasal iktidar, para, maddî güç, makam, mevkii gibi vasıtaları kullanır.

* Tevhide, Esma-i Hüsna’ya farklı yaklaşır: Fen ve sosyal ilimlerin herbirisinin bir Esmâ’ya dayandığını söyler ve meseleleri o perspektiften ele alır.

* İbadete, İslâm şartlarına farklı yaklaşır: (İbadetlerin ihlâs boyutlarını ve psiko-sosyal boyutlarını ispat ve izah eder, etki ve sonuçlarını dikkate sunar.)

* Besmeleye de İslamcılardan çok farklı yaklaşır… Birinci Söz’de Besmelenin nasıl bir maddî-manevî güç kaynağı olduğunu ispat ve izah ederek özümsenip sindirilmesi gerektiğini vurgular.

* Mektep-medrese-tekye/zaviye meselesine farklı yaklaşır. Kelâm, tasavvuf, fen ve sair sosyal ilimleri tevhid eder, birleştirir. İnsanın olumlu ve olumsuz duygularını tahlil eder. Yani kimi ne kadar, nasıl sevmeli, düşmanlık duygusu kime, ne ölçüde kullanılmalı? Böylece nefis terbiyesini gerçekleştirir.

* Siyasete farklı yaklaşır: Ahirzamanda, deccalizmle siyaset yoluyla baş edilemez. Ancak iman Kur’ân nurlarıyla karşılık verilebilir. İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâk, yüzde biri ise siyasettir, der. (Diğer farklı yaklaşımları Münâzarât ve Lâhikalar isimli eserlerinde teferruatıyla ve apaçık anlatılır.)

Menfaat üzerine dönen ve deccalizm ile dinsiz felsefecilerin kurguladığı ve elinde tuttuğu canavar siyaset birleştirici değil, ayrıştırıcıdır.

Toplumun bütün katmanlarının yüzde 60-70’i tam mütedeyyin (yani takvâlı) olmadıktan sonra dindarların iktidar olmaya çalışmaması gerektiğini söyler. Zira, “deccalizmin, ifsat komitelerinin, ikinci Avrupa’nın kurguladığı siyasetle hizmet” birinci metot olarak seçildiği takdirde, siyaset onlara göre yapılacaktır. Meselâ, dindar bir futbolcu, futbol maçını dine göre değil, FİFA’nın belirlediği kurallara göre oynamak zorundadır. O takdirde, ister istemez kendi değerlerinden ödün verir.

“Dünyanın Kur’ân ve Sünnet perspektifinden okunması; Müslüman’ca bir hayatın mümkün hâle getirilmesi” ancak “tahkikî iman, ibadet, ahlâk”ın öncelenmesiyle mümkün. Aksi halde siyaset, araç olmaktan çıkar, amaç haline dönüşür; dindarları da esastan, özden uzaklaştırarak dönüştürür! (Sayın Bulaç’ın da ilim ve fikir adamlarının siyasette eriyip dönüştüklerini ifade etmesi gibi…)

* Said Nursî, Hürriyete, meşrûtiyete/demokrasiye, fırkalara (partilere) çok farklı yaklaşır: Hürriyeti, “İslâmcılar” gibi ‘ecnebî icadı’ ve ‘cehennemlik’ değil, imanın özelliği ve imtihanın gereği olarak ele alır.

* Cihada farklı yaklaşır: Artık cihad-ı mânevî önplandadır. “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir.” Tebliğdeki üslûp, Ehl-i kitaba karşı cihad stratejisi, dinsizlere karşı Hıristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak, Hıristiyan ve Yahûdilerle dostluk meselelerine de farklı yaklaşır. (“İslâmcıların” büyük çoğunluğu “Dünyayı Kur’ân ve Sünnet perspektifinden değil, Kur’ân ve Sünneti dünya perspektifinden okuyor!)

* Dünya hadiseleri, meselâ yağmursuzluk, sair âfetler ve siyasî meseleler dahil her şeyi Kur’ân ve Sünnet perspektifinden okur, her şeye ahiret hesabına bakar.

* İttihad-ı İslâma farklı yaklaşır: Önce “iman birliği, fikir birliği, ibadet birliği, ilim birliği, ihlâs birliği, uhuvvet birliği”, sonra içtimâî ve siyasî birliğin bunların tabiî bir sonucu olarak ortaya çıkacağını öngörür… Zaten onlar olmazsa, siyasî veya ticarî birlikler bir işe yaramaz! [İİT’de (İslâm İşbirliği Teşkilâtı) görüldüğü gibi…]

* Said Nursî, insana, Müslümana, bireye, aileye, kadına, çocuğa, Ehl-i kitaba ve İslâm ilimleri (tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, tasavvuf, vs.) literatürlerindeki kelime ve mefhumlara “İslâmcılar”dan farklı yaklaşır.

* Bediüzzaman’ın “İslâmcılar”dan en önemli diğer bir farkı: Her sözünün, her iddiâsının âyet veya hadis-i şeriflerden mülhem olması, bu kudsî kaynaktan süzülmesidir.

* Kur’ân ve Sünnet ölçülerini, Asr-ı Saadet modelini günümüze fen, sosyal ve manevî ilimleri harmanlayarak verir. Bunu yaparken, sadece iddiâ etmiyor; ispat ve izah ediyor; aklımızı, kalbimizi, vicdanımızı, sair lâtife ve duygularımızı tatmin ediyor.

Eğer Sayın Bulaç ile İlahiyatçılar, ilim ehli ve mütefekkirlerimiz, Risale-i Nur’u okuma fırsatı bulurlarsa, Bediüzzaman’ın her meselede “İslâmcılar”dan çok farklı şeyler söylediğini; farklı bir metot takip ettiğini, farklı öngörülerde bulunduğunu ve bu öngörülerinde de tam isabet ettiğini fark edip görür.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*