Said Nursî: Kürtler ayrılığı asla istemezler

‘Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim’
 
“‘KÜRDÎ’ TÂBİRİ ADÂLETİ ŞAŞIRTMAK İÇİNDİR”

Bazılarının “Kürdî” tâbirinde ısrarlarının, kendisi hakkında “bir yabanîlik hissini vermek ve nazâr-ı adâleti şaşırtmak” olduğunu belirten Bediüzzaman, bu sathî ve sığ isnada karşı şu açıklamada bulunur:

“Ey efendiler! Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem (Kur’ân’a hizmet misyonum) cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana ‘Kürd’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civânmert bin Türk gençlerini işhâd edebilirim (şâhid gösterebilirim.)” (Tarihçe-i Hayat, s. 202-203))
Bulunduğu Isparta’da tek tek isimlerini saydığı yirmi-otuz Müslüman Türk gencini, hangi milletten olursa olsun yirmi otuz bine tercih ettiğini anlatarak, “Millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücâhid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğime, binler Türk şâhiddir” ifâdesiyle iftiralara cevap verir. (Barla Lâhikası, 149-150)
Keza Bediüzzaman’ın bütünü beraatle neticelenen, kendisinin ve Nur Talebelerinin yargılandığı mahkemelerde haklarında hazırlanan iddianâmeler, mahkemelerde yaptığı müdafaalar, resmî evraklar üzerindeki işlemler hep “Said Nursî” ismiyle olmuştur.
Bunun içindir ki altı bin sayfalık Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı kitaplarına ve daha evvel yazdığı “Münâzarât” ve “Sünûhat” gibi “Eski Said dönemi eserleri”ne “Said Nursî” imzasını atar; bazı eski makale ve mektuplarındaki “Kürdî” kelimesinin yerine bizzat “Nursî”yi yazar.
Dahası, Osmanlı döneminde yazdığı, sonradan eline geçen makale ve kitaplarındaki “Kürdistan” kelimelerinin çoğunun üzerini çizerek kalemiyle “Şarkî Anadolu” diye tashih eder. Hatta Osmanlı’nın son döneminde Şark’taki aşiretlere verdiği “içtimâî hayatımıza nâfî (menfaatli) hürriyet ve meşrûtiyet dersleri”nde, “Ey Kürtler!” diye başlayan bazı hitapları dahi “Ey bu vatan evlâtları!” olarak değiştirir. O gün Doğudaki Kürt aşiretlerine verilen bu derslere bütün vatandaşları muhatap kılar. Hayatı ve eserleriyle bu konudaki isnad ve iftiralara bizzat cevap verir.
“Kürdî” isnadının amacının kendisine karşı propaganda ile hücum edenlerin, “Türk kardeşlerini aldatmak ve milliyetçilik damarlarını tahrik etmek dehşetli fitnesi” olduğuna dikkat çeker.
Bu bühtanı, “frengilik hesâbına sahtekâr bir surette kendisine ‘Kürd’ diyen ve ittiham eden mülhid (dinden çıkmış) münâfıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhinde istimal ettikleri bir silâh ve vicdansızcasına bir desîse” olarak niteler. (Mektûbat, 407-412)
Buna mukabil, “Bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin (altı tarafının) etrafında gâlibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesâbına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım” diyerek, kasden kendisine “Said Kürdî” denilmesinin arkasındaki maksadı deşifre eder.
Mahkeme müdafaalarında kendisine “Kürdî” denilmesine açıkça itiraz eder; bütün beyânlarına rağmen bu lâkabın kullanılmasının iyi niyetle alâkası olmayan kasdî bir yakıştırma olduğunu belirtir. Ve bütün bu cevapları Risâlelere ve lâhikalara alarak, sözlerinin arkasında olduğunu defalarca ortaya koyar.
Daha geçen asrın başlarında Kürdlere, “İttihadda (birlik ve beraberlikte) hayat var; mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hâmiyet-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi (ortak kalbi ve ortak aklı olarak) gösteriniz. Yoksa sıfır çekeceksiniz” ikazında bulunan Bediüzzaman’ı, kısa bir dönem kullandığı ve vazgeçtiği, birçok imzasından bir imzası olan sadece “Kürdî” kelimesiyle anmak, tek kelimeyle bir bühtandır.
O devirde herkesin doğduğu yere ve geldiği bölgesine atfen kullandığı gibi bir süre taşıdığı “Kürdî” lâkabını dillerine dolayarak Bediüzzaman’ı “ayrılıkçı” gibi göstermek, tam anlamıyla bir çarpıtmadır.
Osmanlı döneminde, Kürtlere “ittihad-ı millî” dediği millî birlik ve beraberliği şiddetle yegâne kurtuluş ve maddî-mânevî yükselme yolu olarak tavsiye eden; Kürtlere, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı yücelten şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesâretimizi hediye edelim” çağrısında bulunan Bediüzzaman’ın, hayatıyla, eserleriyle, fikirleriyle vatan ve milletin birliği ve bütünlüğü için yaptığı hizmetler, aslında bu isnada en açık cevaptır. (Eski Said Dönemi Eserleri, 185-186)

İSLÂM ADINA MEŞRÛTİYET VE HÜRRİYETİ SAVUNUR

Meşrûtiyet döneminde Said Nursî İstanbul’da çok haraketli bir siyasî hayat yaşar. II. Meşrûtiyet’in ilân edildiği 23 Temmuz 1908’de İstanbul kaynıyor, Meşrûtiyet ve Hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Meşrûtiyet’in üçüncü gününde, Said Nursî bütün bu tartışmalara katılır; Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti öven bir nutuk okur. Ardından İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selânik’e giderek, Selânik Meydanında tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin yayınladığı “Hürriyete Hitap!” adlı nutkunda, meşrûtiyet ve hürriyet kavramlarının İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatır.
Bu maksatla gazetelerde makaleler yazar, konferanslara ve toplantılara katılır, toplumsal gruplara nasihat eder. Yine bir gün Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda, Ahrar Partisi’nin ileri gelenlerinden Mizân gazetesi başyazarı Mizâncı Murad Bey’in bir konferansı sırasında İttihatçılar kargaşalık çıkarır ve Murad Bey’i vurmaya teşebbüs edecek kadar ileri giderler. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını anlayan Said Nursî, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi gerektiğini belirtip, salondaki heyecanı yatıştırır ve büyük bir kavgayı önler.
Siyasî ve sosyal olaylarla kaynayan Osmanlı başşehrindeki hareketli ortamda yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin kandırılarak anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursî, çoğu Doğulu olan hamalların yoğunlukla bulundukları yerleri, özellikle kahvehanelerini gezerek onlara Meşrûtiyet’i anlatır. Hamalların, İttihatçılara kızarak Meşrûtiyet’e karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykotu (boykotajı), o sıralarda Bosna Hersek’i ilhak eden Avusturya’nın mallarına yönlendirir.
Bu görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya mallarına karşı uygularlar. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması muhtemel bir anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı Devleti’nin milletler arası politikada Avusturya’ya karşı mesâfe kazanmasına öncülük etmiş olur.
O sıralarda Meşrûtiyet’ten ve İttihatçılardan rahatsız olan sadece hamallar değildir. Medrese çevresinde yer alan ulema ve talebeler de Meşrûtiyet’in, Kanun-u Esâsinin (Anayasanın), hürriyet uygulamalarının İslâmiyet’e aykırı olduğu zannıyla içten içe rahatsızlar. Bu rahatsızlığın farkında olan Said Nursî, o devirde yayınlanan bütün gazetelerde makaleler yazarak, İslâmiyet ve Meşrûtiyet arasındaki uygunluğu, dinî esaslara, dört hak mezhebin temel kaynaklarına dayanan delillerle ispat eder; medrese mensuplarının toplandıkları yerlere giderek etkili hitap ve nutukları ile onları ikna etmeye çalışır.

ERMENİLERLE-RUSLARLA SAVAŞ VE “ŞARK ÜNİVERSİTESİ” TEKLİFİ

1911 baharında Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam’a gelen Said Nursî, âlimlerin dâveti üzerine Emeviye Camii’nde bir hutbe irâd eder. İslâm dünyasının siyasî, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını gösterdiği bu hutbesi “Hutbe-i Şâmiye” adı ile neşredilir.
Daha sonra Şam’dan İstanbul’a gitmek üzere yola çıkan Said Nursî, idealindeki “Şark Üniversitesi” projesini Sultan Reşad’a iletmek amacıyla İstanbul’a gitmeye karar verir. Sultan Reşad’ın tahta çıkışının ikinci yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, Padişahın Rumeli seyahatine Şark vilâyetlerini temsilen iştirak eder, Padişahla birlikte Kosova Sancağı’nın başşehri olan Üsküp’e gider. Burada kurulması planlanan Üsküp Üniversitesi’nin temeli atılır.
Said Nursî, Doğu’nun da böyle bir üniversiteye çok ihtiyacı olduğunu Sultan Reşad’a anlatarak, Doğuda bir üniversitenin kurulmasını teklif eder. Bu talebi kabul edilir.
Böylece Şark Üniversitesi için istediği kararı ve tahsisâtı o günkü hükümetten çıkaran Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılarak Van’a döner. 1913 yılının yazında, Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmî görevlilerin katıldığı bir merâsimle, Van Gölü kıyısındaki Artemit’te “Şark Darülfünûnu” dediği, Doğu Üniversitesi’nin temeli atılır.
Bugünkü problemlerin çözümünü esas alan, din ve fen ilimlerinin beraber okutulmasıyla başta ırkçılık ve tefrikayı ortadan kaldırıp milletin ve ülkenin birlik ve bütünlüğüne hizmet edecek ve bölgedeki Osmanlı bâkiyesi kavimleri kaynaştıracak olan “Doğu Üniversitesi” projesi de Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla ne yazık ki ertelenir.
Ardından talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilâtı’nı kuran Said Nursî, önce Erzurum-Pasinler, sonra Van-Bitlis cephesinde “Gönüllü Alay Kumandanı” olarak Ruslara ve işbirlikçileri Ermenilere karşı savaşır. Bu savaş esnasında, Rus birliklerinin açtıkları ateş sonucu birçok kere yaralanmasına rağmen hep ön saflarda çarpışır. Cephede etrafına şarapnel parçaları düşerken, avcı hattında, at sırtında bile fırsat buldukça Kur’ân’ın mu’cizeliğini açıklayan “İşarâtü’l-İ’câz”  tefsirini telife devam eder, yanındaki talebesine yazdırır.
Bitlis savunması sırasında birçok talebesi şehid olur, yanında yalnızca dört talebesi kalır. Bediüzzaman bir gece, Rus hatlarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atlarken ayağı kırılır. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak bir su arkının içinde otuz saat bekledikten sonra Ruslara teslim olmak zorunda kalır. Önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya sevk edilir.
Bediüzzaman Kosturma’daki esir kampında diğer esir subaylarla birlikte kalır, geçirilen esâret günlerini en verimli şekilde değerlendirmek üzere faaliyetler gösterir. Esir kampı, esir subaylar için bir ilim-irfan meclisi, imanlarını kuvvetlendirecekleri bir “mârifet mektebi” olur.
Şubat 1917’de başlayan Rus ihtilâli, Rusya’yı alt üst eden büyük bir karışıklığa sebep olur ve Çarlık rejimi yıkılır. Said Nursî, ihtilâlin sebep olduğu bu karışıklıktan istifadeyle firar eder. Yaklaşık iki buçuk yıl süren esâreti sonrası, vatan ve milletin birliği ve bütünlüğüne dair düşünce ve tesbitlerini açıklamaya devam eder…

“KÜRTLER, İFTİRAKI- AYRILIĞI ASLA İSTEMEZLER…”

Bediüzzaman’ın, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmî vukûfiyetinin farkında olan Ordu Kumandanı (Genelkurmay Başkanı) Enver Paşa, İstanbul’da kurulma aşamasında olan “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”ye ordu kontenjanından azâ olarak tayin edilmesini hükümete teklif eder. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin teklifi ile de Sultan Vahdeddin tarafından kendisine “İlmiyede Mahreç Pâyesi” verilir. “Mahreç Mevleviyyeti” olarak da anılan bu paye, Osmanlı ülkesindeki bütün resmî ulemanın reisi olan “başmüderristen sonraki en yüksek ilmî rütbe” anlamına gelir.
Doktorların tavsiyesiyle dinlenmek üzere Çamlıca’da kendisine tahsis edilen Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’ne yerleşir. Burada hem istirahat eder, hem de telifata ve neşriyata devam eder.
Kafkas cephesinde gönüllü birliklerinin başında iken Arapça olarak telif ettiği “İşârâtü’l-İ’câz” adlı Kur’ân tefsirinin kâğıdını bizzat Enver Paşa temin edip ve neşreder. Bundan sonra, iman rükünlerinin ispatına dair çeşitli âyet ve hadisleri tefsir eder, Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğini ispatlayan, Kur’ân’ın mu’cizeliğini anlatan, sosyal konularda ve tevhidin ispatı hakkında, ahlâk ve ubûdiyet derslerini ihtiva eden risâlelerini yazar ve yayınlar. “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”den kendisine ödenen maaştan ancak zarurî ihtiyaçları için bir miktar ayırır, geri kalan para ile de eserlerini bastırarak meccânen (ücretsiz) dağıtır.
Bu sırada ecnebi kaynaklı etnik-ayrılıkçı talep ve projeler açığa çıkmıştır. Özellikle Şarkî Anadolu’daki “iftirak (ayrılıkçı) projeleri”nin arka plânındaki komployu nazara veren Said Nursî, ta o zamandan bu desisenin amacının Kürtleri bir “millet-i tâbie (sömürge altında uydu millet)” dediği ecnebilerin uydusu haline getirmek olduğunu ikaz eder.
Emperyalist güçlerin Osmanlı’yı parçalayıp taksim etme plânlarını yürürlüğe koydukları bir dönemde, Kürtler adına hareket etme iddiasıyla ortaya çıkan Kürt Şerif Paşa ile Ermeni Boğos Nubar Paşa arasında, Paris’te Osmanlı’dan koparılacak “bağımsız Kürdistan” ve “Ermenistan” için birlikte çalışma taahhüdü ihtiva eden bir “anlaşma” akdedildiği haberi üzerine, “Sâdât-ı Berzenciyeden Dâvâ Vekili Ahmed Arif”  ve “Hizan Sâdât-ı Kirâmından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık” gibi Kürtlerin bölgede temâyüz etmiş iki temsilcisiyle birlikte ortak bir açıklama yaparak bu girişimi reddettiklerini deklâre eder.
Kürt Şerif Paşa ile Ermeni Boğos Nubar Paşa’nın 20 Aralık 1920’de Paris’te Osmanlı’ya karşı ecnebilerin uhdesinde Osmanlı’dan koparılacak “Kürdistan” ve “Ermenistan” devletlerinin kurulmasına dair “muhtıra”ya şiddetle karşı çıkar.
7 Mart 1920 tarihli ve 8273 sayılı İkdam Gazetesine “Kürt efkâr-ı umûmiyesi” adına “Kürdler ve Osmanlılık” başlıklı bir tavzih gönderir; kargaşa içinde Kürtlerin ırkî emellere, tefrika fitnesine âlet edilmesini önlemeye çalışır.
“Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğinin) fedakâr ve cesur hizmetkâr ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî geleneklerine sadâkati hayatlarının gâyesi bilmiş olan Kürtlerin, henüz beş yüz bine yakın şehitlerinin kanı kurumadan; şişlere geçirilen yetimlerinin ve gözleri oyulan ihtiyarlarının hâtıralarını teessürle (keder ve üzüntüyle) anarken, İslâmiyetin zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla anlaşma yapmak suretiyle, dine olan sıkı bağlılıklarının hilâfına (zıddına) ayrılıkçı emeller tâkip edemezler” diye mâlum “muhtıra”yı şiddetle reddeder.
Kürt millî vicdanının hissiyatına aykırı davranan kişileri tanımayacaklarını ilân ve yegâne emellerinin dinî ve millî birlik ve bütünlüğün muhâfazası olduğunu ilân eder. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, 105-109)
“İslâmiyet nâm ve şerefi için beş yüz bin kişi fedâ eden Kürtlerin İslâm câmiasından ayrılmaya asla tahammüllerinin olmadığını ve bu maksatla hareket edenlerin Kürtlük nâmına söz söylemeye selâhiyettar olmadıklarını” belirtir. Kürtlerin bu “muhtıra”ya yalnız sözle değil, bilfiil muhâlif olduklarını ifâdeyle, Kürd aşiretleri reisleri tarafından İstanbul’a çekilen “bağlılık telgrafları”nı dinî ve millî birlik ve bütünlük belgesi olarak nazara verir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*