Said Nursî yeni bir medeniyet kuruyor

Bedir öncesi yaşanıyordu sanki; modernist ve reformist kasırgaların kavurduğu Anadolu’da.

İslam’a, Kur’an’a ve Müslüman’a zulüm bütün şiddetiyle kendini hissettiriyordu. Müslüman beyinler dumura uğratılmış, fikirler iğdiş, akıllar müşevveş, kalpler; son iman kırıntılarını, yorgun ve sessiz atışlarıyla yok ediyordu.

Memleket üniversitelerinde tahsil gören, geleceğin azim dolu, istikbal vaad eden körpe kuzuları; Çanakkale’de yiğitçe veda etmişlerdi, istikbal bekliyen vatanlarına.

Aklı yeten ulema sınıfı suikastlara uğruyor, yahut idam sehpalarına çıkarılıyordu. Ali Şükrü’ler, İskilipli Atıf’lar zulmün gadrine uğruyorlardı.

Geride kalan, mürekkep yalamışlar da, türlü türlü provakasyonlarla siliniyordu tarih sahnesinden.

İşin kötü taraflarından biri de, bu zorbalık; “su-i ulema’’ tabir edilen; Müslümanların Müslümanca hayatlarını alt üst eden, onlara pusulalarını şaşırtacak olan, bir sınıfın doğmasına neden oluyordu.

Kur’an çuvallara doldurulup, ya toprağın sinesine tevdi ediliyor, ya da alınıyordu Müslümanların ellerinden.

Ebu Cehiller kol geziyordu şehirlerin sokaklarında. Meyhanelerde bile, “Allaaah!..” diye nara atamaz olmuşlardı sarhoşlar. Allah demek sarhoşa bile suç sayılır olmuştu.

Öyle bir aklı yeten Müslüman kıtlığı yaşanır olmuştu ki; ahali, cenazesini yıkatacak, cenaze namazını kıldıracak bir imam bulamaz olmuştu köylerde, kentlerde.

Kaht-ı ricali, adam kıtlığını iliklerine kadar hisseder olmuştu Müslüman topraklar…

Ve…Van Erek Dağı’ndan, inziva halinde bulunduğu mağaradan, bir İslam Mücahidi, yiğit bir Kur’an müdafii, elleri kelepçelenerek sevk ediliyordu, sürgün yeri olarak seçilen, Burdur Vilayeti’ne.

Hiç bir itirazı olmadı, ne devlete, ne hükümete, ne de jandarmaya…

Kaderin cilvesiyle nereye sevk olunduğunu, ne için sevk olunduğunu biliyormuşçasına; Yeni bir medeniyetin inşasına doğru yürüyordu kararlı adımlarla.

Tıpkı Süleyman’ın Ertuğrul’un, tıpkı Osman’ın Orhan’ın, bir peygamber (A.S.M) muştusuyla yürüdüğü gibi Söğüt’e, Domaniç’e…

Dinî kimliği yangın yerine çevrilen Anadolu’da, yeni bir medeniyetin inşaasına, yeni bir medeniyetin kuruluşuna öncülük edecekti Bediüzzaman. Anadolu’nun tam da orta yerinde. Kuş uçmaz kervan geçmez, mahrumiyetlerin en acımasızını yaşayan Barla Nahiyesi’nde…

Barla; ümmî, okur yazarlığı olmayan, amelelik yaparak geçimini temin eden, elinden emekli, elinin emeğiyle geçimini zor çıkaran, tarım ve çiftçilikle uğraşan, fakir, gariban, ekmeğe muhtaç insanların yaşadığı mütevazı bir köydü.

Bediüzzaman Said Nursi’nin köylerine gelmesiyle birlikte, Barlalılar, hükümet ricalinin acımasız ve asık suratıyla da tanışmış oldular.

Yönetimdeki yetkili adamlar Barlalılara; Hoca’dan uzak durmaları, hatta ona selam bile vermemeleri konusunda ikazda bulundular, tehdit ettiler.

Koca Bedii’ye ilk kapısını açan Muhacir Hafız Ahmet oldu. Bir hafta misafir eyledi Bediüzzaman’ı. Daha ilk akşamdan fark etti Muhacir Ahmet, Bediüzzaman’daki iksiri. Ve eviyle beraber gönlünü, yüreğini de açtı Bediüzzaman’a.

Sonra; aynı mahallenin Şamlı Hafız Tevfik’i, Sıddık Süleyman’ı bende oldu Üstad-ı Şahanelerine. Bunları; Marangoz Mustafa Çavuş, Hafız Halid, Muallim Ahmet Galip, Mübarek Süleyman, İlamalı Sabri’ler, Santral Sabri’ler, Abdullah Çavuşlar takip ettiler.

Kuleönü Mübarekler Heyeti, Sava Köylüleri, İslam Köylüleri, Atabey’den , Eğirdir’den , Burdur’dan, Isparta’dan; Hüsrevler, Hulusiler, Hafız Mehmetler, Hafız Aliler, Refetler, Bekir Ağalar, Saatçi Lütfi, Terzi Mehmet, Tenekeci Mehmet, Çolak Nuri , Süleyman Rüştü halka halka eklendiler Asrın İmamı Bediüzzaman Hazretlerinin halka-i tedrisine.

Barla Medeniyeti’ni Üstadları Bediüzzaman’ın etrafında bir gergef gibi işleyen bu mümtaz ve mübarek şahsiyetlerin kahir ekseriyeti, ümmî, kalemsiz, okuma yazması olmayan insanlardı.

Yeniden inşa edilen bu İslam Medeniyeti’nin inşasında, görev alan bu mümtaz şahsiyetler tıpkı:

“Harabat ehline hor bakma sakın Defineler dolu viraneler var.” Hakikatinin mücessem misaliydiler. Bunların içerisinde öyleleri vardı ki; asırlar öncesinden, taaa sekiz yüz yıl evvelinden, Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylani tarafından, Son asrın imamının Bediüzzaman Said Nursî’nin etrafında hizmet edecekleri müjdelenmişti.

Kimisi gizli gizli Bediüzzaman’ın dilinden dökülen Kur’an Nurları’nı yazar; kimisi bu yazılanları köyden köye, şehirden şehire ulaştırır Nur’un kahramanlarına. Kara kışa, kara güne aldırış etmeden; zorbalığa, zorba idarecilere boyun eğmeden; tehditleri, takipleri umursamadan, Bediüzzaman’ın mektuplarını, Risalelerini ulaştırırlardı aziz ve sıdık kardaşlarına. Öyle bir sadakatle ve samimiyetle bağlanmışlardı ki, Üstad-ı Mübarekelerine; Onları hiçbir Süfyanî oyun koparamazdı Bediüzzaman ve eserlerinden.

Sahabelerin nasıl olduğunu merak eden kimse,Bediüzzaman’a bakmalıydı. Asr-ı Saadeti her halinde yaşayan bir mü’mindi Üstad-ı Şahanaleri. O’ndaki Kur’an nuru hale hale yayılıyor, O’ndaki Sahabi boya, O’nu gören, dersini alan her gönülü tesiri altına alıyor, İslam cilasıyla baştan aşağı boyuyordu.

Asr-ı Saadet’in sonunda terk edilen, Adalet-i Mahza’yı yeniden tesis ediyordu Bediüzzaman. ’’Adalet-i Mahza-yı Kur’aniye, bir masumun hayatını ve kanını, hatta umum beşer için heder etmez’’ diyordu.

“Bir masumun hakkı, bütün halk için iptal edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz” diyordu.

Unutulmuş veya unutulmaya yüz tutmuş olan Sünnet-i Seniyye’yi yeniden ihya ediyordu. Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’ni te’lif ediyor; Hz. Peygamberi ( a.s.v) yeniden ders veriyordu Ümmet-i Muhammed’e (a.s.v).

Bu dünyadaki az çok her amelimizden hesaba çekileceğimiz bir Mahkeme-i Kübra’yı hem anlatıyor, hem de bu mahkemenin varlığını isbat ediyordu. Haşir Risalesi ile muhatap olan nefisler ve nesiller, hem nefislerindeki hesaba, hem de insanlarla olan münasebetlerinde, Kur’an’a göre yaşamayı şiar ediniyorlardı kendilerine.

Hukukullah ve hukuk-u ibadullah üzerinde tahşidat yapıyor, kul hakkını gözetiyor, müsbet hareket ediyor, karşılıksız bir şey kabul etmiyor; ferdin ve toplumun şahsi ve toplumsal huzurunun prensiplerini ortaya koyuyor ve bunları bizatihi yaşıyordu Bediüzzaman.

O, öylesine bir Kur’anî ders veriyor ve yaşıyordu ki; O’ndan ders alanlar karıncaya bile ayak basamayarak, karıncanın hakk-ı hayatına saygı duyuyorlardı. Yeşil otları bile koparamıyorlardı, ‘’otların zikr- ilahisine engel oluruz.’’ diye.

Ondan ders alanlar kainattaki ulvi yardımlaşmayı ve dayanışmayı örnek alarak birbirlerini imdatlarına koşuyor, hamiyet duygularını pekiştiriyorlardı.

Bu Kur’anî hakikatler; Barla’dan başlayarak diğer köylere, oralardan diğer şehirlere hızla yayılıyor; bânîsi Bediüzzaman Said Nursî olan medreseler, dershaneler bütün bir ülke sathında faaliyete geçiyordu.

Tüm bu ulvî , Kur’anî ve Peygamberî (a.s.v) duygular, gönüllerde ve bedenlerde yaşanırken, bir cebberrut devrin hışmına ve gadrine uğruyorlar, yolları hep hapishanelere çıkıyordu onların.

Ondan ders alanlar ve bizzat kendisi, akıl almaz zulümlere uğruyorlar, tüm beşerî hakları ellerinden alınıyor, hapishane köşelerinde insanlık dışı muamelelere maruz kalıyorlardı.

Ama onlar; Jandarmanın dipçiğine , gardiyanların falakasına, nahiye müdürünün asık suratına, hakim zihniyetin zorbalığına, savcıların onları idamla yargılamalarına, masonların, zındıkların, gizli komitelerin su-i kastlerine aldırış etmeden, İslam’ı Asr-ı Saadet saflığında yaşamaya, inatla direnen, bir büyük imanla gayret edenler, gönül verdikleri Bediüzzaman’ın öncülüğünde, yeniden bir İslam Medeniyeti’ni Barla’da inşa ediyorlardı.’’ 1

Atilla Yılmaz

Dipnot:
1- Atilla Yılmaz, Sentezhaber.com. 9 Aralık 2011

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*