Said Nursî’nin vatan-ı aslîsi: Isparta

Seyahat etmeyi severiz biz.

Bu sevgi biraz da, seyahati “müfritane irtibat”ın vesilesi sayıp hizmet telâkki etmekten ve seyahat esnasında etraftaki manzaralara bakarak bir nevî ibadet yaptığımızı düşünmekten ileri gelir.

İman hizmeti ve tefekkür ibadeti…

Hele bir de gittiğimiz yer dinî kimliğimizi bulup manevî şahsiyetimizi kazanmamıza vesile olan Bediüzzaman Said Nursî’nin uzun yıllar kaldığı ve memleketi saydığı Isparta ise.

Said Nursî’yi tanıyıp Risâle-i Nur’ları okuyan her insan için hususî bir davet hissi taşır Isparta kelimesi. Bu hissin harekete geçmesinde oranın göller ve güller diyarı olmasının da tesiri vardır elbette. Ama asıl sebep, Said Nursî’nin Isparta’yı “hakikî memleketi” addetmesidir.

“Ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş.”

Bediüzzaman’ın bu sözlerle de dile getirdiği gibi Isparta’yı memleket addedişi, aidiyet hissiyle söylenmiş bir taltif ifadesi değil, asırlar önce yaşanmış bazı tarihî hadiselerin tesbitidir. (…)

İsparit’te doğup büyümesine rağmen, hayatının en verimli yıllarını Isparta’da geçiren Said Nursî “Muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-ı aslim, o Isparta olmak caizdir” diyerek o tarihî gerçeğe işaret etmiş.

Bediüzzaman gibi öyle tarihî bir mesnedimiz olmasa da, onun Isparta havalisinde yazdığı eserler sayesinde imanımızı kurtarıp âdeta manen yeniden doğduğumuz için Isparta bizim de vatan-ı aslîmiz sayılabilirdi.

Bu mensubiyet hissiyle bakınca Isparta bütün Nur Talebeleri gibi bizim için de sadece gidilip görülen güzel bir şehir değil, aynı zamanda ruhumuzu sıla sıcaklığıyla cezbeden cazip memleket olarak da görülebilirdi.

Onun için daha önce de çeşitli vesilelerle ve farklı gruplarla Isparta’ya defalarca gittiğimiz hâlde, yeni tesbit ettiğimiz bu tarihî hadisenin izlerini arama hevesiyle harekete geçince kendimizi yine Isparta yollarında bulduk.

Üstelik bu sefer, yetmişli yıllarda çok yaptığımız Isparta Mevlidi yolculuklarını hatırlayarak trenle gitmeye karar verdiğimiz için memleketin iki yüz yıllık tekâmül seyrini temaşa etme fırsatı da yakaladık. (…) Takriben bir gün sonra Isparta İstasyonuna vardık.

Üstad Hazretleri de yıllar önce bir sefer inmek, bir sefer de binmek için gelmiş bu istasyona. Ama ellerinde kelepçe, yanında talebeleri, etraflarında polis ve jandarmalardan müteşekkil muhafızlarla.

İlkinde Denizli Mahkemesi münasebetiyle Kastamonu’dan otobüsle Ankara’ya, oradan da trenle Isparta’ya getirildiğinde, onlarla birlikte hapse atılmayı göze alan yüzlerce insan tarafından karşılanmış.

İkincisinde, orada toplanan talebeleri ile birlikte Denizli’ye sevk edilmek üzere yük vagonlarına doldurulduklarında da yine yüzlerce insan gelmiş uğurlamaya.

İstasyon hâlâ eski hâliyle durduğu için Üstadın ayağının toprağa, nazarının manzaraya değdiğini düşünüp orayı da bir Nur menzili olarak kabul ettik ve o hâlet-i ruhiye içinde indik trenden. (…)

İlk olarak, Said Nursî’nin ve talebelerinin, Eskişehir’e ve Denizli’ye götürülürken hapsedildiği Isparta Hapishanesi’ne gitmek istedikse de hapishane binası yıkıldığından arazisinin sadece park yapılan kısmını görebildik.

Said Nursî’nin ve talebelerinin defalarca muhakeme edildiği, bir seferinde de sorgulanan binbaşı Asım Beyin, “Eğer ben her şeyi dosdoğru söylesem, ruhumu her an kendisine feda etmeye hazır olduğum aziz Üstadıma belki zarar dokunmak ihtimali olabilir. Eğer dosdoğru söylemeyip tevillerle ketim yoluna gitsem, kırk senelik istikametkârane askerlik şerefime ve mesleğime yakışmayacak” diye düşünüp, “Yâ Rab, ruhumu teslim al” nidasıyla dua ederek “istikamet şehidi” olduğu mahkeme binasının akıbeti de hapishaneninkinden farklı değildi.

Bediüzzaman’ın, Burdur’dan Isparta’ya getirildiği zaman kısa süre kaldığı müftü Tahsin Efendinin, medreseler kapatılınca oğlu adına satın alıp vakıf hâline getirdiği medrese de çoktan tarihe karışmıştı.

Bunları öğrenince İstanbul’dan gelmiş olmanın da tedaisiyle geziye, Üstad Hazretlerinin 1953 yılında İstanbul’dan Isparta’ya döndüğü zaman kaldığı yerlerden başlamaya karar verdik ve Saray Oteline gittik. (…)

Said Nursî, talebelerine bir ev bulmalarını söylemiş, onlar da hemen şehrin merkezinde geniş bir ev kiralayıp Üstadı oraya yerleştirmişler.

Etrafımızda birbirinden geniş, müferrah ve güzel binlerce ev vardı, ama biz o sırada içlerinden sadece birini, Fıtnat Hanımın, Kepeci Mahallesindeki evini aramaya başladık.

Evi sahibinin adıyla arasak biraz zor bulurduk, ama “Bediüzzaman Hazretlerinin evi” diye sorunca ilk karşılaştığımız kişi onun ismini duyar duymaz toparlandı, saygılı bir tavır takındı ve işini, gücünü bırakıp bizi evin önüne kadar getirdi.

Belki de sadece Said Nursî’ye gösterilen bir hassasiyetin neticesiydi bu nezaket. Zira o, sadece dünyasını değil, gerektiğinde ahiretini bile “milletinin imanının selâmeti” uğrunda harcamaktan çekinmeyen müstesna bir insandı. (…)

Her yıl binlerce insanın yaptığı gibi o anda bizim de binlerce benzerinin arasında münhasıran o eve gelmemizin sebebi, onun orada bir süre ikamet etmiş olmasıydı.

Gerçi son zamanlarda yapılan tamirat ve tadilât sırasında malzemelerinin tamamına yakını değiştirilmiş, eşyalarının pek çoğu yenilenmişti, ama bu evin ona izafe edilmesi bile değerli addedilmesine yetiyordu. (…)

«««

“Sizdeki gençlik bende olsa şu dağlardan inmem.”

Üstad Hazretleri, kırlara çıktığı zaman böyle dermiş talebelerine. Dağlara doğru yürümeye başladığında o kadar hızlı gidermiş ki, talebeleri onu ancak kırk, elli adım geriden takip edebilirlermiş.

Gittiği muhitin en yüksek yerine kadar aynı hızla yürüyen Üstad, bazen tepeyle iktifa etmez, asırlık ağaçlardan birinin başına çıkar, dalların üzerine oturur ve etrafını temaşa edermiş.

Talebeleri onu rahatça görebilecekleri ve seslendiği zaman söylediğini anlayabilecekleri bir mesafede dururlar ve onun, “Keçeli, siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun” tavsiyesine uyarak kâinat kitabının Isparta sayfasından bazı tabiî cümleler okumaya çalışırlarmış. (…)

Üstadın evinde bu hatırayı dinleyince, onun sık sık gittiği dağlardan birine çıkmadan buradan gittiğimiz takdirde Isparta seyahatinin yarım kalacağını hissettik ve Sidre Tepesine gitmeye karar verdik. (…) Sidre’ye başka yollardan da gitmemiz mümkündü, ama biz Bayram Ağabeyin, her gün iki sefer oradan Üstada su getirirken takip ettiği güzergâhın en kestirme yol olduğunu düşünerek dik yokuşu tırmanmaya başladık.

“Kürekleri biraz aheste çekerek” yarım saat kadar yürüdükten sonra oraya varınca ilk işimiz, gürül gürül akan çeşmenin serin suyundan kana kana içmek oldu. Abdest alarak bedenimizi serinletip mescitte kıldığımız namazla ruhumuzu dinlendirdik ve türbeye yöneldik.

Daimî riyazet hâlinde yaşayan ve kırk günde bir yemek yiyerek nefsini terbiye edip manevî kemalât mertebeleri kazanan merhum Osman Halid Efendi medfundu türbede.

Türbe zaten ahalinin hacetgâhıydı ve bir hayli kalabalıktı. Lâkin Osman Halid Efendinin, “Bu asrın müceddidi bugün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, ama benim oğlum İnşâallah görecek” diyerek Said Nursî’nin velâdetini haber verip manevî sıfatını ve Isparta’ya geleceğini müjdelemesi hasebiyle bizim için hususî bir ehemmiyet arz ediyordu.

Bu yüzden ziyaret zamanımızı biraz uzatarak türbenin tenha bir köşesine çekildik, okuduğumuz Yasin’i, Cevşen’i ve duaları Fatihalarla ruhuna bağışlayarak türbeyi mânen tezyin ettik. (…)

Dönerken yolu kast-ı mahsusla biraz uzattık. Dik yamaçları, keskin sırtları takip ederek tepeyi aşıp Isparta’nın alâmet-i farikalarından biri olan ve Gölcük diye adlandırılan volkanik göle gittik. (…)

Üstadın da zaman zaman gittiği rivayet edilen gölün çevresinde dolaşırken, durgun suyuna aksetmeleri sayesinde, gökyüzünde gezinen bulutlarla yerde sallanan ağaçların görüntülerini birlikte temaşa ettik ve aynı anda arzın sema ile kaynaşmasını seyrederek iki farklı hazzı birden hissetme hususiyetini yaşadık.

Gölün suyu yarı yarıya azalmış olsa da, bir zamanlar gölden taşan suyun akarak açtığı boğazdan geçerken mola verdiğimiz kır kahvesinde hatırladık Said Nursî’nin ve talebelerinin orada yaşadıkları hadiseyi.

Otuzlu yılların başında, tağutların azdığı ve taunların zuhurunun hızlandığı zamanlarda insanların çoğunun, İslâmiyetin geleceğinden endişe etmeye başladığını müşahede eden Said Nursî, biraz temiz hava almak için birkaç talebesi ile birlikte atla o boğaza gelmiş.

Bunu duyan birkaç talebesi de atlarına binerek yanlarına gitmişler, onlarla birlikte ikindiye kadar ibadet ve tefekkürle meşgul olmuşlar, sonra da topluca şehirden geçerek evlerine dağılmışlar.

Vali, hadiseyi haber alınca bunun bir isyan olabileceği vehmine kapılıp meseleyi Ankara’ya bildirmiş, Said Nursî’yi suçlamak için bahane arayan hükümet de şehri abluka altına almış ve onu, talebeleri ile birlikte Eskişehir Hapishanesine sevk etmiş.

Bu hareket neticesinde, Bediüzzaman ve talebeleri çok büyük acılar çekmişler. Talebeleri aylarca hapishanede yatmışlar, Bediüzzaman, on bir aylık hapsi müteakip yıllarca sürgünde yaşamış.

Lâkin hareketin neticesi millet için hayırlı olmuş. Hükümetin talimatıyla hadise radyolardan isyana teşebbüs şeklinde ilân edilince, memlekette İslâmın intişarından ümidini kesen insanlar yeniden gayrete gelerek dinlerini yaşamaya ve anlatmaya başlamışlar.

Bu hatıranın heyecanıyla, oradan atlara binerek veya yaya olarak şehre dönmeyi çok istemiştik, ama ne at vardı, ne takat kalmıştı. Ispartalı arkadaşlar araba ile gelip bizi aldılar da yorgun ve bitkin bir vaziyette dağda kalmaktan kurtulduk. (…)

Üstad Hazretlerinin, “Ben İslâmköy’ü, Nurs Köyü gibi biliyorum” sözünün tesiriyle ikinci gün, “seyyar medresemize” bindik ve Risâle-i Nur’un intişar ettiği köyleri gezmeye İslâmköy’den başladık.

İsmi ile müsemma bir yerdi burası. Rastladığımız her insandan selâm alıp selâm vererek köyü turladık; Hafız Ali’nin, yerine Kur’ân kursu yapılan evinin bulunduğu muhiti gördük, Said Nursî’nin hizmetinde bulunan birkaç bahtiyar insanı ziyaret edip duâlarını aldık ve Atabey’e geçtik.

“Keşif ve keramet sahibi bir evliya olmaktan ziyade Nur hizmetinde istihdam edilmeyi” dileyen ve dilediği şekilde yaşayan Tahirî gibi büyük bir insanı Nur hareketine armağan eden yerdi burası.

Isparta kadar eski bir yerleşim merkezi olan kasabadaki Atabey Medresesi’nin kalıntılarını gezdik, Tahirî’nin, ailesi ile birlikte içinde pek çok Risâle yazdığı hane-i saadetini gördük ve Kuleönü Köyüne gittik… Köyü gezip yaşayanlardan, Risâle-i Nur’un istinsah hatıralarını dinledik.

Sav Köyüne ikindi ezanı ile birlikte girdik. (…) Namazı müteakip cami bahçesinde etrafımızı saran cemaatle tokalaştık. Savlı olmaları hasebiyle biz onları zaten tanıyorduk. Onlara kendimizi tanıtma esnasında aralarında yabancı kelimelerin de bulunduğu bazı şehir isimleri söyleyince ihtiyarlardan birinin gözleri doldu.

Sebebini sorunca, geceleri her tehlikeyi göze alarak yüklüklerde çıra ışığında Risâle yazarken, “Biz yazıyor, istifade ediyoruz, ama bunca zahmete değer mi acaba?” diye içinden geçirdiğini, hemen o sabah Barla’dan yeni Risâle getiren Sıddık Süleyman’ın, Üstadın kendisine, “Kardeşim göreceksin ben bunları bütün dünyaya okutturacağım” dediğini anlattı.

Kendisinin Isparta’dan başka yere gitmemesine rağmen, bizim gibi dünyanın değişik yerlerinden gelen Nur Talebelerinin, Üstadın o sözünü teyid ettiğini söylerken, birkaç damla sevinç gözyaşı, beyaz sakalların arasına karıştı.

Sağ elinin sırtı ile gözlerini kuruladıktan sonra bizi caminin kıble tarafındaki hazireye götürdü, Risâle-i Nur’ları Sav’a ilk getiren Hacı Hafız’ın mezarını gösterdi…

Hazireden gönlümüze akseden nurun aydınlığında, Sav’da Risâle yazılan bütün evler adına merhum Mustafa Gül’ün, çok katlı bir Nur Medresesi hâline getirilen hanesini ziyaret ettik.

Eteklerine kadar gelmişken, adını muhitin ilk ismi olan Avraza kelimesinden alan Davraz Dağına da çıkmak istedik. Yarım saat kadar süren bir yürüyüşün ardından mekâna hakim bir yamaçta bulunan mezarımsı tümseğin yanında durup ovaya baktık.

Sidre ve Davraz Dağları iki mezar taşı, Isparta da onların arasında uzanan tabiî bir kabirdi sanki. Bu muhayyel teşbih, Üstadın “Hazret-i Ali’nin kabri nasıl gizli ise benim de kabrim öyle gizli olsun” sözünü tedai ettirdi.

Said Nursî’nin mezarının Isparta’da olduğunu biliyorduk, ama nerede olduğunu bilmiyorduk. Birkaç talebesinin dışında kimsenin bilmeyeceğini de bildiğimiz için merak etsek de bunu bir eksiklik saymıyorduk.

Davraz yamaçlarından Sav’a ve Isparta’ya bakıp Said Nursî Isparta demek olmasa da, Isparta’nın Said Nursî demek olduğunu müşahede edince merakımız bir nebze izale oldu.

Her yeri, müstesna birer Nur menzili olan Isparta’nın bu vasfı şimdiye kadar değişmedi, İnşâallah bundan sonra da değişmeyecek.

Çünkü Isparta, Said Nursî’nin vatan-ı aslîsidir.

(İslâm Yaşar’ın “Nur Menzilleri” kitabından alınmıştır)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*