Sakarya’dan Barla’ya nurlu yolculuk

Bir senenin daha sonuna gelmiştik. Zaman çok hızlı işliyor, anlayamıyorsun. Sene başında diziyorsun planları tek tek ajandana, fakat bir de bakmışsın ki yalnızca birkaçını uygulamaya koymuşsundur.

Bazen de hiç hesapta olmayan sürprizler karşılayabiliyor insanı bu hayat-ı fânide. Bu da öyle bir sürprizdi, bizleri karşılayan. Beklemediğimiz, belki de planlarımızın arasında olmayan bir programdı. Duyduğunda herkes, “Gerçekten mi?” demekten alıkoyamıyordu kendini. İşte herkesin gitmek, görmek, yaşamak ve manevî iklimini teneffüs etmek istediği yerdi sürpriz olarak karşımıza çıkan. İşte bu yer Nur’un inkişaf ettiği, Barla idi.

Medrese-i Kâinat’ı (II. Semâ) düşlüyorduk oysa ki sene sonu için. Ajandamıza orayı yazmıştık uzun uzun. Orası için hazırlıklar yaparken, ağabeylerimiz önce maneviyatımızı depolayalım sonra okuma yapalım dediler. Anlamıştık, ağabeylerin bizler için değişik bir program hazırladığını. Ve en sonunda dillenmişti, ağızda saklanan bakla. Hadi toparlanın, kuşanın Nurları, gideceğimiz yer Barla… Nur’un hayat verdiği, inkişaf ettiği ve bütün dünyaya yayıldığı yer; Barla… Hazırlanın, vakit kaybına tahammül yok. Hazırlanın, durmak için vakit yok. Isparta kahramanları arkadaş bekler. Barla’da kardeşler, yoldaş bekler. Cennet bahçesi, sohbet bekler. Katran ağacı haykırış, tefekkür ve Nur bekler. Hazırlanın ve güzel kokular sürün, Barla’da sevgili bekler…

İLK DURAĞIMIZ BURDUR

Bu duygularla başlamıştı Sakarya’dan Barla’ya yolculuğumuz. Her yüzde bir tebessüm, her yüzde bir sevinç ve ilk gidenlerde ilk defa görecek olmanın verdiği heyecan… Kur’ân-ı Kerim tilâveti ile başlayan yolculuğumuz; ilâhi, kaside, marş, sohbet ve muhabbetle Afyon’a kadar sürdü. Sabah namazını Afyon’da eda ettikten sonra, Burdur karşıladı bizi. Nurlu yolculuğumuzun ilk durağı idi Burdur. Önce Burdur dershanesine gittik. Kardeşlerle geçen hoş sohbetin ardından Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ilk sürgün yeri olan ve yaklaşık 7 ay kaldığı Hacı Abdullah Camii’ne gittik. Orada telif olunan Nur’un İlk Kapısı Risâlesini okuduk. Ve yolculuğumuza Isparta kahramanlarına ulaşmak için devam ettik. Yolda Üstad’ın Isparta hayatını ve hatıralarını okuyarak heyecan fırtınasını iyice arttırmıştık. Herkes birbirine soruyordu: “Niçin Üstad bu kadar zulüm altında oradan oraya sürgüne yollandı? İman ve Kur’ân için mücadele eden ve milleti adına en iyisinin olmasını isteyen bir kişi neden bu kadar zulüm altında, defalarca zehirlenerek yalnızlığa mahkûm edilmeye çalışıldı?” Bu gibi sorular dolaşıyordu ortada. Ve en güzel cevabı yine Üstad veriyordu Tarihçe-i Hayat’ında:

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum….”

Devamını sizin de yerinden okuyabileceğiniz bu cevaplarla karşılıyordu bizi Isparta. İlk işimiz Üstadımızın kaldığı evi ziyaret etmek oldu.

“KAHRAMANLAR YATAĞI” SAV’DAYIZ

Gidecek yer çok, fakat vakit azdı. Üstadın ayak bastığı, vakit geçirdiği her yere gitmek istiyorduk. Bu esbaptan dolayı, Üstadımızın evinde kısa bir ders yaptıktan sonra, öğle namazını eda ettik ve Üstadın “Medrese-i Nuriye, Nur dershanesi, Medresetü’z-Zehra’nın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi, Nurs karyesine arkadaş, kahramanlar yatağı” diye ifade ettiği bin kalemli meşhur Sav Köyüne gittik. Yıllarca bütün insanı ile Risâle-i Nur’a hizmet etmiş ve Üstadımızın takdirini kazanmış Sav Köyüne varmıştık. Yoğun bir rahmet karşıladı bizi. Burada Üstadın hatıralarını yâd ettikten sonra, ana durağımız olan, Risâle-i Nur’un inkişaf ettiği Barla’ya gitmek için yola çıktık.

NUR’UN DÜNYAYA YAYILDIĞI BELDE: BARLA

Arkamızda bıraktıklarımız için hüzün, kavuşacaklarımız için de sevinç vardı simalarda. Üstadımızın Barla Hayatını okumaya başlamıştık yolculuğumuz esnasında. Üstadın Barla’da ikamet ettiği ev, çınar ağacı, Cennet Bahçesi, nur kahramanları ağabeylerin kabirleri, Çam Dağı, Katran Ağacı ve daha niceleri… Hepsi birer merak konusu olmuştu zihinlerde. Dağ başında, küçücük, yolu dahi olmayan, ücra bir köy olan Barla neden bu kadar ehemmiyetli idi? Onu önemli kılan neydi? Orada yazılmaya başlanan küçük risâleciklerin, bugün bütün dünyada okunan bir Külliyat olacağını kim nereden bilebilirdi ki? Üstelik bütün baskı ve zulümlere rağmen…

Bu sorularla vardık Nur diyarı Barla’ya. Konaklayacağımız yer olan Yeni Asya Barla Sosyal Tesisleri’nde ikindi namazını eda ettikten sonra, sabırsız ve heyecanlı bakışlar görünüyordu yüzlerde. Heyecanlı adımlara dönüştü bu bakışlar. Ve cennet bahçesine doğru yola çıktık. Attığımız her bir adımın ardından Üstadımızın yaşadıkları akla geliyordu. Ve sessiz bir haykırışa dönüyordu bir sonraki adım. Bu emin adımlarla vardık Cennet Bahçesine. Aman Allah’ım.. Yeryüzünün cenneti bu olsa gerek. Her çeşit nebatatın bulunduğu yerdi Cennet Bahçesi. İçinden akan sular ve bu suların şırıltısına eşlik eden kuşlar… Cenneti yaşıyordu sanki insan Cennet Bahçesinde. Doyumsuz bir havası vardı Cennet Bahçesinin, ama vakit az ve gideceğimiz yer çoktu. Cennet bahsini yüksek sesle okuduktan sonra, birkaç görüntü alarak ayrıldık oradan.

Şimdi sırada Üstadımızın evi ve çınar ağacı vardı. Henüz Cennet bahçesindeyken heybetini gösteriyordu çınar ağacı. Neler saklıydı kim bilir her bir dalında. Nelere şahit olmamıştı ki? Hangi birini dile getirsin ki? Böyle tefekkürî manalar ile temâşâ ettikten sonra çınarı, Üstadımızın ikamet ettiği eve girdik. Her zaman olduğu gibi ev yine kalabalıktı. Türkiye’nin dört bir yanından, hatta yurt dışından her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlıyordu ev. Bu sebepten dolayı fazla duramazdık evde. Üstadımızın Barla Hayatı’nın bir kısmını okuduktan sonra, Üstadımızın imamlık yaptığı Muş Mescidi’ne doğru yola koyulduk. Bu esnada hediyelik eşya satan tezgâhtarlar ile de sohbet etmeyi unutmadık. Üstadımızı bir de onların ağzından dinledik. Farkında olmayanlar da vardı içinde barındırdıkları cevherden. Onlara da biz anlattık.

Derken Muş Mescidine geldik. Mescidin tamiri Üstadımız tarafından yaptırılmış ve kendisi bir müddet burada imamlık yapmış. Bugün ise, yeniden inşa edilen mescid karşılamakta ziyaretçileri. Mescid küçük, ama manevî havası büyük. Ve insanı adımını attığı andan itibaren uhuvvet ve samimiyet havası sarıyor. Burada tahiyyetü’l-mescid namazı kıldıktan sonra, kahraman Nur Talebeleri ağabeylerin kabirlerini ziyaret etmek için Barla Kabristanlığına doğru yola koyulduk.

Fakat yolda bir sürpriz karşıladı bizi. Üstadımızın Barla’ya geldiğinde bir müddet misafir olarak kaldığı Marangoz Mustafa Ağabeyin evi ile karşılaştık. Bu ev rahmetli Mustafa Ağabey’in varisleri tarafından Yeni Asya Sosyal Tesislerine verilmiş. Ev aslında ziyarete kapalı, yani çınar ağacının yanındaki ev gibi daima ziyarete açık değil. Fakat ziyaret etmek isteyenler tesislerde bulunan görevli ağabeyden rica ederek evin anahtarını alarak ziyaret edebiliyor. Biz de kabristana doğru giderken, ziyaret etmek için anahtarı alarak evin içerisinde bulunan bir gruba rastladık ve anahtarı teslim etmek şartıyla alarak biz de ziyaret etme fırsatı yakaladık. Rahmetli Marangoz Mustafa Ağabey’in kendisinin yaklaşık tamamını ahşap işlemesi olarak yaptığı bu evin üst katı Üstadımıza verilmiş ve Üstadımız bu üst katta bir müddet ikamet etmiş. Evin mimarî yapısı gerçekten çok güzel. Özellikle ahşap işlemeciliğindeki o ince güzellikler gerçekten takdire şayan. Buradaki ziyaretimizin ardından kabristana hareket ettik.

Duâlarla girdik kabristana. Çünkü bu kabristanda gerçek kahramanlar yatıyordu. Onlar Üstadımızın ilk talebeleri olmakla birlikte Nurların telifinde çalışan ilk memurlardı. Zorluklara, zulümlere ilk şahit olan insanlardı. Onlar asla geri adım atmadılar, atmayı dahi düşünmediler. Belki yeri geldi yeise düştüler, ama Bediüzzaman’daki o sadakat ve iman onların ilâcı oldu. Üstad ile görüşmeleri yasaklandı, fakat onlar Allah için, iman ve Kur’ân hizmeti için her zorluğu göze alarak kahramanlığa doğru emin adımlarla ilerlemeye devam ettiler. İşte bu adımlarından dolayı çekmedikleri cefa, görmedikleri zulüm kalmamıştı. Fakat onlar cenneti, Allah’ın (cc) rızasını kazanmak istiyorlardı. İşte onların bu yaşantıları göz önüne geldiğinde, gözlerin yaşarmaması imkânsızdı. Bu duygularla kabirleri başında onlar, Üstadımız ve diğer rahmetli Nur Talebeleri için Kur’ân-ı Kerim okuduk, duâ ve niyazlarda bulunduk. Rabbim yapmış olduğumuz duâlarımızı kabul eylesin inşaallah. Bu sırada akşam ezanı duyulmaya başladı Barla semalarında.

Yorucu, fakat çok memnun olduğumuz ve doyamadığımız ziyaretlerin ardından tesislere döndük. Akşam namazının ardından okuma yaptık ve istirahat için odalarımıza çekildik. Düşüncelerde artık Çam Dağı vardı. Üstadımızın aylarca tefekkür için kaldığı Çam Dağı. Üstadımızın “Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayı’na değişmem” dediği menzillerden biri olan Çam Dağı. Nur hakikatlerini, bütün dünyaya haykırdığı o nurlu dağ. Üstadımızın niçin Çam Dağı’nda bulunmak istediğini işte şu sözleriyle anlıyoruz. Bakın Üstadımız Dördüncü Mektub’da ne diyor:
“Aziz kardeşlerim,

“Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihâl ederim, sizinle müteselli olurum. Bir mâni olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz veçhile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız.”

Yine hepimizin bildiği meşhur “Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname” eserini yazıyor burada Üstadımız. Ve nasıl yazıldığını da şu sözlerle ifade ediyor:

“Bir vakit Barla’da Çam Dağında yüksek bir mevkîde, gecede semânın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutûr etti. Yıldızların lisân-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış.”

Biz de bu eseri okuyarak güne merhaba dedik. Kahvaltımızı yaptıktan sonra, Çam Dağı’na doğru hareket etmek için hazırlıklarımızı yaptık. Tesislerdeki görevli ağabeylerimizle vedalaştıktan sonra yola çıktık ve artık dillerde Çam Dağı türküsü vardı.

İki şey dikkatimi celp etmişti Çam Dağı yolunda. İki yıl evvel geldiğimde Çam Dağı’nın yolları stabilize yoldu. Fakat şimdi ise yol boylu boyunca parke taşları ile donatılmış ve ulaşım çok daha kolaylaşmıştı. Bu gerçekten bizleri çok memnun etti. Yolların bu denli güzelleşmesinde etkin rol oynayan herkese buradan da teşekkürlerimizi sunmadan geçmeyelim. Dikkatimi çeken diğer bir durum ise, her yıl Türkiye’ye ne kadar turist geldiği tartışmaları oluyordu. Bu tartışmaları yapanlar bir de Üstadımızın gittiği, bulunduğu yerlere baksın. Bakalım farkı anlayabilecekler mi?

Çam Dağı gerçekten çok kalabalıktı. Türkiye’nin hemen her yerinden farklı farklı vasıtalar ile insanlar adeta akın etmişlerdi. Sadece Türkiye ile sınırlı değil, yurt dışından da gelen ziyaretçilerini ağırlıyordu Çam Dağı. Bu müthiş bir görüntü idi. Bir zamanlar Barla gibi küçük bir köyde yazılmaya başlanmış olan küçük risâleciklerin, bugün dünyanın her yerinde okunan bir eser haline geldiği bu ziyaretlerle apaçık inkişaf etmekteydi.

Kalabalıktı Çam Dağı. Bu sebepten dolayı burada ziyaretimizi kısa tutmak zorunda kaldık. Burada Dördüncü Mektub ile Yıldızname isimli eserleri okuduktan sonra, Nur’un kahramanlarının aziz ruhları için duâ ve niyazlarda bulunarak ziyaretimizi sonlandırdık.

AFYON KALESİ’NDE AFYON MÜDAFAASINI OKUDUK

Dönüş yolculuğu başlıyordu şimdi. İki gün süren Burdur, Isparta, Sav Köyü ve Barla ziyaretlerimizin ardından Sakarya’ya dönüş yolculuğumuz için güzergâhımız Afyon, Kütahya ve Bilecik idi. Bu güzergâhtaki ilk durağımız Afyon. Afyon Kalesi’nin yanında bulunan tarihî Ulu Cami’de öğle namazını eda ettik ve Afyon Kalesi’ne çıkmak için adımlarımızı atmaya başladık. Epey yüksek olan kaleye çıkışımız yaklaşık 45 dakika sürdü. Zirveye ulaştığımızda yorulduğumuz bakışlarımızdan belli oluyordu. Yorgunluğumuzu atmak için Üstadımızın Afyon Müdafaasını yüksek sesle okuduk ve ardından İhlâs Risâlesi’nden bir bölüm okuyarak iniş için harekete geçtik. İnişimiz biraz daha kısa sürdü, ama basamakların yüksek olması inerken de yorulmamıza sebep olmuştu.

KÜTAHYA VE BİLECİK’TE UHUVVET SICAKLIĞI

İkinci durağımız Kütahya idi. Sınav haftası içerisinde olan kardeşlerimize, bir nebze moral olması dileği ile ikindi namazı için mola vermiştik burada. Rahmet-i İlâhiyenin bütün coşkusu ile yağdırıldığı bir vakitte, Kütahya’daki kardeşlerin uhuvvet sıcaklığı ısıtıyordu yüreğimizi. İkindi namazını eda ettikten sonra kardeşlerin hazırladığı çayı muhabbetle içtik. Kardeşlerin sınavlarında başarılı olmaları için duâ ve niyazda bulunduktan sonra onlarla vedalaştık ve yolculuğumuza devam etmek için harekete geçtik.

Sakarya’ya dönüş yolculuğumuzun son durağı Bilecik idi. Sakarya Nur hadimlerinden olan değerli muhterem ağabeyimiz Ertuğrul Konur’a, vakıflık hizmeti içerisinde Kader-i İlâhî kendilerini Şeyh Edibali diyarı Bilecik’te hizmet etmesini nasip etmişti. Bize de kendilerini, oradaki muhterem ağabeyleri ve kardeşleri ziyaret etmek düşüyordu. Biz de hem akşam namazını edâ edelim hem de ziyaretimizi gerçekleştirelim diye son durağımıza uğradık. Muhterem Ağabeyimiz Ertuğrul Konur karşıladı bizi ve dershaneye götürdü. Namazın ardından biraz sohbet ettik. Tabi okuma programı için Medrese-i Kâinat’a (II. Semâ) gideceğimizden, ayrıca onun için de hazırlık yapmamız gerekiyordu. Bu sebepten dolayı buradaki ziyaretimizi de kısa tutarak yolumuza devam ettik.

MEDRESE-İ KÂİNATA DÖNÜYORUZ

Ve artık yolculuğa başladığımız noktada yolculuğumuzu sonlandırdık. İki gün süren maneviyat depolama gezimizin meyvelerinin tadını almak üzre Medrese-i Kâinat’a hareket etmek için hemen hazırlıklara başladık. Bu güzel yolculuğumuzun, paha biçilemez derecede kıymetli olan ziyaretlerimizin kısa sürmesinin verdiği bir hüzün vardı simalarda. Fakat Medrese-i Kâinat’ın sevinci teselli ediyordu bizleri.

Bu güzel yolculuğumuza vesile olan başta Sakarya Yeni Asya Cemaati Meşveret Heyeti’ne, maddî ve manevî destek sağlayan bütün ağabey ve kardeşlerimize şahsım ve arkadaşlarım adına cân-ı gönülden şükranlarımı sunuyorum. Rabbim hepsinden razı olsun inşallah. Bu güzel yolculuğun meyvelerini tatmak isterseniz çok değerli muhterem kardeşimiz Abdulaziz Bilge’nin kaleminden Medrese-i Kâinat’taki okuma programımızın yazısını bekleyiniz…

Selâm ve duâ ile…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*