Şam’ın şekeri, Arabın yüzü

Doksanlı yılların başında savaşın eşiğinden döndüğümüz bir ülkenin sınırlarından içeri girerken farklı hislerin esiriydik. Bundan tam bir asır önce tedenni-i milleten ciğeri yanmış, ah vah ve esefler içindeki genç Said’in izinde olmanın gururu içindeydik. Onun müjdelerini gerçekleştirme azmiyle; onun yürüdüğü topraklardan geçerek Şam’a ulaştık.

Bu yılki Risâle-i Nur Kongresi’ne kapılarını açan Şam, yüzyıllık müjdesini bekliyor gibiydi, “neredesiniz kardeşlerim?” diye sorar gibiydi.

Ümitsizliğin hükümran olduğu gönüller, sıdk ve muhabbeti çoktan ortadan kaldırmıştı ya! ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü’ diyen diller aramızdaki bağları koparmış, içimize nefret ve kim tohumlarını bırakmıştı ya! ‘Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter’ diye ayrılık satanlar bizi birbirimize kenetleyen zincirleri çoktan kırmış ve parçalamıştı ya! İslâm âlemi dalkavuk müstebitlerin elinde hürriyetin büyüleyici güzelliğini unutmuş, adam sendeciliğin pençesinde kendi menfaatlerinin peşinde koşturuyordu ya! Üzerimize çöktürülen kara bulutlara inat, ayaklarımıza vurulan prangaları kırmak istercesine Süleymaniye Külliyesi’nde ellerimizi semaya açtık, Emeviye’de alnımızı secdeye sürdük, Hamidiye’de Şamlı kardeşlerimizle kucaklaştık.     
Allah’ımız bir, peygamberimiz bir, camilerimiz bir, ezanlarımız bir, isimlerimiz bir; fecr-i sadığı heyecanla bekleyen coşkulu gönüllerimiz bir… Bunca birler arasında nasıl da birbirimize yabancı bırakılmışız, nasıl birbirimizden uzaklaştırılmışız, nasıl da birbirimize düşman edilmişiz. Cumhuriyet ideolojisi, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”la yüreklere korku ve düşmanlık hissini ekmiş, İslâm’ın bahadır evlâtlarını, can kardeşlerini nasıl da birbirine küstürmüş.
Bir yanda Sultan Vahdeddin’in mezarı, diğer yanda İslâm’ın sevgili sultanı Selâhaddin Eyyubî… Bir yanda hüzün, bir yanda gurur. Bir kenarda Hz. Hüseyin’e dökülen gözyaşları, diğer kenarda Hz. Yahya’da birleşen gönüller. Peygamberler diyarı Şam’da bizi içine çeken, bizi sarmalayan, ‘Biz buyuz işte!’ dedirten o kadar çok şey var ki. Sevgi ve kardeşliğin ne olduğunu yabancı simalardan size gösterilen bir tebessümde, ikram yarışına giren ellerde o kadar güzel anlıyorsunuz ki, neden bu hallere düştüğünüzü sorgulamadan edemiyorsunuz.
Bu bağlamda ‘Altıncı Risâle-i Nur Kongresi’ bir çok mânânın tahakkuku anlamını taşıyordu. Bediüzzaman’ın “Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim” diyerek başladığı hutbesi yalnız İslâm toplumlarının düştüğü acıklı hale işaret etmiyordu. Hutbe-i Şamiye bir şikâyet ve serzeniş hutbesi değildi. Bediüzzaman, bu hutbesiyle Müslümanların giriftar olduğu hastalıkları teşhis etmekle kalmıyor, müjdeler eşliğinde ayağa kalkış, silkiniş ve uyanış yollarını da gösteriyor, Emeviye Camiinin minberinden istikbalin İslâm’a ait olacağını haykırıyordu: “Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun” diyerek geleceğin ipuçlarını veriyor, İslâm âleminin ilerleme manifestosunu yüz yıl sonraki nesillere emanet ediyordu.
Şam’daydık. Üstadımızın emanetine sahip çıktığımızı göstermek, Hutbe-i Şamiye’yi Emeviye minberlerinden tekrar haykırmak; İslâm topraklarının bombalandığı bu günlerde “Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadasıdır” müjdesini İslâm âlemine ulaştırmak için oradaydık. Allah hayırlara vesile etsin İnşallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*