İnsan, Kainat ve Kıyamet

Bu yazımızda Risale-i Nurda geçen birbiri ile irtibatlı iki ifadeden anlamaya çalıştıklarımızı sizlerle paylaşmak istiyoruz. İnşallah anlayışlarımızda az da olsa bir açılım yapar.

Birincisi:

“Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefât edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak.(Sözler, 103)”

Bu ifade 30. Lema içindeki hayat bahsine ait. Bu kainat ile Nur-u Muhammedi(asm) arasındaki kopmaz bağı ifade etmesi açısından oldukça ilginç bir ifade bu. Öyle ki kainatın hayatı ve bu hayatın devamı, Risâlet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru ile bağlanmış. Yani Muhammed(asm) nuru dünya yüzünde var oldukça dünya ve kainat yaşamaya devam edecek. Bu Nur dünyadan gittiği zaman kainat ve dünya ölecek, kıyamet kopacak.

Sual: Dünya ve kainat hayatının devamının bir insan ile bağlı olması biraz mübalağa gibi gözüküyor. Niçin kainatın hayatı Risalet-i Muhammediyeye(asm) bağlı olsun?

Cevap: Evet, zahiren bir mübalağa gözükse de, meselenin hakikati anlaşıdlığı zaman hiç de mübalağa olmadığı net bir şekilde anlaşılır. Şöyle ki:Kainata bakıldığı zaman büyük ve azim bir ağaç şeklinde gözükür.(Big Bang teorisi ile günümüz fen alimleri, bu kainat ağacının maddi suretini bir ölçüde ispat ediyorlar.) Bu büyük ve azim ağacın meyvesi ise hiç kuşkusuz, dünya ve insandır. Zira kainatta, güneşlerden yıldızlara kadar her bir mevcut dünyaya bakar ve içindeki hayata hizmet eder. Dünya içinde ise insan ve hayatı en ön sırada gelir. Demek ki kainattan maksat insan hayatını ve insanı netice vermesidir. Bir başka deyişle insan kainatın en önemli meyvesidir. İnsanlar içinde de en mükemmel meyve ise davasıyla, Kur’an’ıyla, İslam ve imanıyla, ahlak ve kemalatıyla alemde en yüksel mevkide bulunan Muhammed Aleyhisselamdır. Resul-u Ekrem (asm) ise güzelliğin, hayrın, iyiliğin, mükemmelliğin, ahlakın ve hüsnün bir sembolüdür. Demek ki, kainat böyle mükemmel bir meyve vermesi için yaratılmış. Resul-u Ekrem aynı zamanda insanlığın önüne çıkartılmış bir misaldir. Cenab-ı Hak biz insanları bu mükemmel insana benzememezi, tüm yaşantımız için O’nu örnek almamızı emrediyor. Allah’ın razı olduğu insan Resul-u Ekrem ve ona benzeyenlerdir. Ve demek ki kainatın yaratılmasındaki maksat Resul-u Ekrem ve ona benzeyen insan modelini netice vermesidir. Ve demek ki Resul-u Ekremin sözü dinlenmediği vakit, yani kainat iyi model insanları netice vermediği vakit, ölümün pençesine düşecek.

Sual: Risâlet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru nedir ve nerededir?

Risâlet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru Allah rızasını ve saadet-i ebediyesi netice veren Kur’an ve O’nun güzel ahlakıdır. Biz buna kısaca Sünnet-i Seniyye diyoruz. Bu nur insanların kalplerinde iman olarak, lisanlarında ise tespih, tekbir, tevhit ve ubudiyet olarak yaşamaya devam eder. Her bir mümin iman ve ahlakı ile, takva ve ibadeti ile bu nuru aleme ilan eder. Demek ki, insanlar Sünnet-i Seniyyeye uydukları müddetçe kainatın hayatı da devam edecektir. Bu noktada denilebilir ki, dünya yüzünde tek bir mümin bile kalsa Allah bu kainatı devam ettirecektir. Zaten kıyamet kopmazdan evvel bütün müminlerin ruhlarının kabzedileceği, kıyametin ise kafirlerin başına kopacağı rivayetlerden anlaşılmaktadır.

Sual: “Eğer Kur’ân gitse,” tabirindeki Kuranın gitmesi ne anlama gelir?

Cevap:Şayet Kur’an insanlar tarafından okunmaz ve hükümlerine uyulmaz ise bu Kur’an’ın gitmesi anlamına gelir. Kur’an insanlara yol gösteren, ebedi saadetin kapsını açan ilahi bir rehberdir. İnsanlar bu ilahi hükümlere itaat etmedikleri zaman Kur’an insanlardan gizlenir ve dünya yüzünden adeta huruc ederek semavata çekilir. İşte bu Kur’an’ın gitmesi anlamına gelir.

Sual: Kainatın aklı ve şuuru ile Nur-u Muhammedi ve Kuran arasında nasıl bir bağ var?

Cevap: Yukarıdaki ifadede geçen, “Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak” tabirinden anlıyoruz ki, kainatın külli bir şuuru ve aklı var. Ve yine aynı ifadeden anlıyoruz ki, bu akıl ve şuur Ku’ran nuru ile besleniyor. Ku’ran nuru da insanların kalplerinde ve lisanlarında hayat buldukça kainat da hayat bulacak, aksi taktirde kainat ölümün pençesine düşecektir. Nasıl ki imandan ve Kur’an’dan nasibi olmayan bir insan ölü gibidir, aynı şekilde iman ve Kur’an nuru ile beslenemeyen kainat da bir ölçüde ölü gibi olacaktır.

Demek ki her bir mümin kalbindeki iman ile, lisanındaki Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber gibi tespihlerle, tekbirlerle; namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerle; haramdan ve günahtan kaçınmak gibi takvalarla kainatın külli aklına ve şuuruna kuvvet vermekte, kainatın hayatına hizmet etmektedir.

Bu nedenle yapılan tek bir tespihi, kılınan tek bir rekat namazı, tutulan tek bir gün orucu, verilen zerre kadar az bir sadakayı dahi küçük görmemek lazım. Zira tüm bu ibadet ve tespihler kainatın hayatına hizmet ediyor.

Kainat büyük bir ağaç misalidir. Meyvesi ise insandır. İnsandan maksat ise iyi, doğru ve dürüst ve Allah Rızasına uygun hareket eden insan olmaktır. Bunun örneği ise Resul-u Ekremdir(asm). Demek ki insanlar Resul-u Ekreme benzemeye çalıştıkça kainatın hakiki bir meyvesi olular. Bu da Resul-u ekramin Sünnetine uymak ve neşrettiği nurlara ve Kurana tabi olmakla olur. Böylece kainat da iyi meyve veremeye devam eder. Aksi halde, nasıl ki çürük ve bozuk meyve veren bahçe kesilir, aynen öyle de kötü ve çürük insan meyvesi veren kainat da ilahi bir emirle kesilir ve kıyamet kopar.

Bu durumu Hazrte-i Üstad bakın ne güzel özetlemiş:

“Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için binâ etmiştir. Şu maksadların husûlü ise iki şeye mütevakkıftır.

• Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksadlar beyhûde olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibâret kalır.

• İkincisi: Ahali o üstadın sözünü kabul edip, dinlemesidir. Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı binâ etmezdi. Hem, yine denilebilir ki, o üstadın tâlimâtını, ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr, tebdil ve tahvil edilecek.(Sözler,113)”

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. selamun aleyküm

    Halil ağabeyimizin aktardığı cümlenin evveli de beraber aktarılsa daha da güzel olurdu. Orada Üstad, kainat ( vücud ) ile hayatın, hayat ile hiss ve şuurun, hiss ve şuur ile aklın, vahiy ile akıl ve hiss ve şuurun ilikşkisini çok güzel izah ediyor. Kısaca diyor, [b]hayat[/b], vücud-u küllidir, lübb-ü vücuddur, yoğunlaştırılmış varlıktır. [b]Hiss[/b], hayat-ı küllidir, lübb-ü hayattır, yoğunlaştırılmış canlılıktır. [b]Şuur[/b], hiss-i küllidir, lübb-ü hisstir, yoğunlaştırılmış bir hissediştir.[b]Akıl[/b], şuur-u küllidir, lübb-ü şuurdur, yoğunlaştırılmış bir bilincinde olmaktır. [b]Vahy[/b], akl-ı küllidir, lübb-ü akıldır, yoğunlaştırılmış bir farkediş ve biliştir. Bu cihetten, “maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ” yani gaybi ve şuhudî hayat-ı Muhammedi kainatın ( vücudun ) hissediş, bilincinde oluş ve farkedişidir… Ruh-u Küllinin tezahür edişidir. ” Risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır ” yani Risale-i Muhammediye, hiss-i külli, şuur-u külli, ve akl-ı küllinin yani Kur’anın yaşanılışı ve tebliğidir. Yani hakiki külli bir kainatı kendi üzerinde gösterme ve yaşamadır.Bu cihetten, hayat-ı Muhammedi maddi ve manevi açıdan kainatın hayatına hayat katmış ve onun hayat seviyesini yükseltmiştir. Onu ihya etmiştir. Veyahut kainatın hayatı Onun hayatıdır. Risalet-i Muhammediye ise, kainata bir şuur ve nur olmuş veyahut Onun şuurunda olmayı öğretiyor. Kur’an vahyi ise, kainatın hayatının kökü olan ruhudur veyahut kainatın hayatının özel bir program halinde bir şahsiyet ve zat olarak tezahürüdür manasında kainatın ruhudur, ruh-u küllidir. Aynı zamanda kainatın şuurunun süzülmüş hali olarak aklı veyahut akl-ı küllidir.
    Kısacası Üstad diyor ki, kainat, bilfiil olmasa da bilkuvve haliyle hayattar, hisli, şuurlu, akıllıdır ve bunların her biri külliyettedir. İşte Kur’an vahyi kainatın ( Uluhiyete aynadır ) insanla konuşmasıdır. Kur’an kainattaki Külli Kanunları ve onlara entegre bir yaşamanın yolunu gösterir ve ispat eder. Risalet-i Muhammediye, bütün vücud, hayat, hiss, şuur, akl-ı külli boyutlarıyla, kainatı yaşamaktır. Maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye bu cihetten şuurluca ve akıllıca bir hayatla, daha önceden diğer canlıların yaşadığı şuursuzca ve aklın zuhur etmediği bir hayattan öte bir canlılığı zuhur ettirerek hayata hayat, ruha bir ruh olmuştur. Bu özelliği veren Kur’an kainattan çekilse, akıllar ve şuur iptal olsa, kainatın kudsi hayat, hiss, şuur ve aklıyla entegre olmayan ve onunla daimi iletişim halinde olan vahiy gitse kainat meyvesiz kaldığı için kurur, bir şey ifade etmez. Kainattan gaye ise şuurlu, külli, akıl dolu, cami insan ubudiyetidir. İnsan ubudiyeti, kainatı mazi-müstakbeli- ve hazır anı ile özetleme, bilgi-işleme alma, manen ve madden yaşamadır. Bunu en iyi sağlatan amillerden başta risalet vazifesi ve tebliğ geliyor. Kısacası hayat-ı İlahi, Risalet vazifesiyle zuhur eder. Tebliğ bitti mi zuhur-u Uluhiyet biter, zuhur-u Uluhiyet bitti mi Cemal ve Kemal-i İlahi gizli kalır. Ve görünmez olur. O zaman insanlar aynalık etmeyi terkederler. Allah da aynaları kırar…

    selam ve dua ile
    aciz kardeşiniz
    Erdem

Erdem Akça için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*