58 yıl önce dar-ı bekaya irtihal eden, ‘nur iskele memuru’: Santral Sabri Efendi

1893 yılında Barla’ya bağlı Bedre köyünde dünyaya gelen Sabri Efendi, 20 Şubat 1954 tarihinde Eğirdir’in Pazar Köyünden kendi köyüne dönerken bindiği kamyonun devrilmesiyle beyin kanaması geçirmiş ve Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Bediüzzaman, Sabri Efendinin cenazesine bizzat iştirak etmiştir. Kabri Bedre mezarlığındadır.

Risâleler yazıldıktan sonra okuyucusuyla buluşuncaya kadar uzun bir yolculuk yapardı. Serüven diyebileceğimiz uzun ve meşakkatli bir yolculuktur bu. Nur talebeleri bir fabrikanın çarkları gibi birbirleriyle uyumlu çalışmışlar ve risalelerin bizlere kadar ulaşmalarına—Allah’ın yardımı ile—vesile olmuşlardır.

Risalelerde “nur iskele memuru” diye geçen bir kavram vardır. Peki, Nur iskele memuru nedir? Görevi nedir? Bu unvana sahip nur talebesi kimdir?

Bu soruların cevaplarını Merhum Sabri Efendinin hayatını ve hizmetlerini dikkatlice incelediğimizde bulabiliriz. Sabri Efendi, Risale-i Nur’da “Hulusi-i sâni Sabri”, “santral Sabri”, “Nur iskele memuru Sabri”, “Risale-i Nur’un kaptanı Sabri”, “Nur iskelesinin nâzır-ı bînazîri”, “Nur iskelesi nazırı Sabri”, “Hoca Sabri” ve “Sıddık Sabri” gibi unvanlarla sıkça zikredilmektedir.

Sabri Efendinin hakiki isminin “Muhammed Sabri” olduğunu Risale-i Nur’da bir haşiyeden öğreniyoruz. Said Nursi kendisiyle nura hizmet edenleri şu ünvanlarla takdir eder:

“Hulusi ihlâsıyla, Sabri takdiriyle, Süleyman sadakatiyle, Bekir hizmet ve gayretiyle, hizmet-i Kur’an’da bulundular.” (Lem’alar, s. 83)

Onun Üstada yazdığı mektuplar Barla Lahikası’nda Hulusi Beyden sonra ayrı bir bölüm içinde yer almaktadır. Muhammed Sabri Efendi, uzun süre Eğirdir’e bağlı Bedre köyünde imamlık yapmıştır. Bir ara—malum Türkçe ezan meselesinden olsa gerek—istifa etmeyi bile düşünmüştür. Bunu Bediüzzaman’a sormuştur. Üstad yazdığı mektupta “İmamet vazifesinde Risaletü’n-Nur’a zarar yok; ruhsatla amel niyetiyle şimdilik çekilme” (Kastamonu Lahikası, s. 10) diyerek onu istifa kararından vaz geçirmiştir.

Sabri Efendi âlim bir zattır. Said Nursî’ye talebe olup, onun mukaddes davasına hizmet eden bahtiyarlardandır. Bediüzzaman’la birlikte Denizli’de hapis yatan Sabri Efendi için lahika mektuplarında çeşitli iltifatlar ve takdirkâr cümleler bulunmaktadır. Bediüzzaman’ın, Hoca Sabri ve Hafız Ali’nin “Mugayyebât-ı Hamseye dair Sûre-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim suâl”e verdiği cevap günümüzün bu konudaki sıkıntılarını giderecek özelliktedir (Bknz. Lem’alar, s. 280-284).

Hacı Sabri Efendi, Nur Risalelerinin yayınlandığı ilk yıllarda santrallik vazifesini hakkıyla yapmıştır. Bulunduğu yerden civar köylere Nurları yaymıştır. Barla’da bulunan Bediüzzaman’la bir santral gibi irtibat kurmuştur. Ölünceye kadar da bu görevini devam ettirmiştir.

O tarihlerde devletin posta hizmetlerinden yararlanmak çok zordu. Çünkü nur talebelerinin her şeyleri yakın takipte idi. Adeta devletin adamları Bediüzzaman ve Nur talebelerinin peşinde idi. Baskınlar devam ediyordu. Sabri Efendi Üstaddan gelen tashih edilmiş ilk nüshaları İslâmköy’de bulunan Hafız Ali’ye ve Eğirdir’de görev yapan Hulusi Beye en kısa zamanda ulaştırırdı. Onlar da çoğaltarak “nur postaları” adı verilen ulaklarla diğer yerlere götürürlerdi.

Kara ulaşımının henüz olmadığı veya yetersiz olduğu yıllardı. Eğirdir Gölü sahillerinde her köyün, nahiye ve kazalarının iskeleleri vardı. Aradaki ulaşım göl üzerinden sağlanırdı. Bedre, İlama ve Barla iskeleleri birbirini takip ederek sahil boyunca uzanırdı. Sabri Efendi, bulunduğu Bedre köyünde “Nur iskele memuru” olarak da vazifesini yapıyordu. Risale-i Nurları Bedre iskelesinden diğer köylere tevzi ederdi. Sadakat ve bağlılığının bir nişanesi olarak Bediüzzaman kendisine “Sıddık Sabri” unvanını vermişti. Ona, Albay Hulusi Yahyagil’e nisbet ederek “Hulusi-i Sani” yani “İkinci Hulusi” diye de hitap ediyordu Bediüzzaman.

Bediüzzaman bir mektubunda Sabri Efendi için şöyle diyordu: “Sabri kardeş, senin fasılalı iki mektubun, hizmetinin makbuliyetine iki şahid-i gaybî gösterdi. Senin tabirinle Nur fabrikasına ben de ‘Elfü elfi maşâallah, barekallah, veffekakellah’ derim. Senle Sıddık Süleyman, benim nazarımda ve fikrimde ve duamda daima beraber bulunduğunuzdan, seninle konuştuğum vakit, omuz omuza ikinizi beraber görüyorum. Mâsum ve mübarek çocuklarınız duadan hissedardırlar.” (Kastamonu Lahikası, s. 64)

Sabri Efendi, Bediüzzaman Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra da santrallık görevini ilk hızıyla sürdürmeye devam etmiştir. Şöyle ki: Kastamonu’dan Isparta’ya gönderilen mektup ve risaleler önce Eğirdir yoluyla ona gelir. O da kar-kış demeden, bunların bir nüshasını İslamköyü’nde bulunan Hafız Ali’ye ulaştırırdı. Üstad, Sabri Efendi’ye yazdığı bir mektupta memnuniyetini söyleyip kendisine karabet derecesinde yakın olduğunu da ifade eder. Şöyle ki:  “…fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir.” (Barla Lahikası, s. 50)

Fıtraten mevcut olan nişan bir başka mektupta şöyle açıklanır:
“Sıddık Sabri! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvukuyla kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.” (Kastamonu Lahikası, s. 54)

Bediüzzaman, dualarına sadece talebelerini değil, risalelerle ilgili bütün hanımları, çocukları ve annelerini de dâhil etmiştir. Buna örnek olarak Sabri Efendi gösterilmekte ve şöyle denilmektedir:

“Biliniz ki, bir seneden ziyadedir, ben duada, Risaletü’n-Nur’un şakirtlerinin risalelerle alâkadar olan ezvâc ve evlât ve valideynlerini dahi dâhil ediyorum. Bunun bir sebebi, başta Sabri olarak, orada burada bazı zatlar, çoluk ve çocuklarıyla daireye girmeleridir.” (Kastamonu Lahikası, s. 43)
Bediüzzaman, bir başka mektubunda Sabri Efendinin “hocalık” sıfatına da gönderme yaparak şöyle demektedir:

“Nur’un erkânından ve hocalar kısmının yüzünü ak eden Nurun santralı Sabri’nin mektubunda, merhum Hafız Ali, Hasan Feyzi ve onların halefi ve vazifelerini gören Ahmed Fuad’ın, ihtiyar ve vazifesi bitmek üzere olan bu biçare Üstadlarına bedel ömrünü feda etmek, onun yerinde çabuk berzaha gitmek gibi, Sabri kardeşimiz de dördüncü olmak üzere ve ömrünü kabilse bana vermek, nefis ve kalbini ikna edip bana yazıyor. Ben, bu pek eski ve sarsılmaz ve Nurlar için hayatı çok faydalı kardeşime binler barekâllah deyip, bana verdiği ömrünü kabul edip, ona aynen Ahmed Fuad gibi, o bakî kalan iki ömrümü, o iki kardeşime ve o iki yeni Said’e emanet verip benim bedelime hizmet-i imaniyede ve Nuriyede hizmet etsinler.” (Emirdağ Lahikası, s. 384-385)

Santral Sabri’nin annesinin vefatı üzerine Üstad taziyede bulunur. (Kastamonu Lahikası, s. 286)
Eğirdir Gölünün güzel sahillerinde Nur iskele memuru Sabri Efendi’nin aziz hatıraları dillerde söylenir durur. Dilden dile naklolan bu hatıralardan biri, Bediüzzaman’ın cübbesi ile yangını söndürmesidir. Bedre yakınlarındaki bir korulukta yangın çıkar. Sabri Efendi bu alevleri ne yaptıysa söndüremez ve önleyemez. Sonuçta sırtında Üstadından yadigâr olarak bulunan cübbeyi çıkartarak alevlere doğru uzatır, dalga dalga yayılmak istidadı gösteren kızıl alevlere hitap ederek: “Yak işte yakabilirsen, işte bu Bediüzzaman’ın cübbesi!” Az sonra alevler çekilir, gücünü kaybeder ve sonunda sönüp gider. Bu olay Bediüzzaman’a intikal edince, Nurlu Üstad tebessüm ederek Sıddık Sabri Efendiye hitaben: “Keçeli, beni orman koruyucusu mu yaptın!” diye latife yapar. (Son Şahitler, c. I, s. 291)

Sabri Efendi’nin ilk mektubunun konusu “Ondokuzuncu Mektub”dur. Ondokuzuncu Mektubun konusu ise, “Mu’cizat-ı Ahmediye” diye bildiğimiz Peygamber Efendimiz’e (asm)  ait mucizelerdir. Bu risalede üç yüzden fazla mucize yer almakta ve Mektubat adlı risâlenin en uzun bölümünü teşkil etmektedir. Bu risalenin yazılmasına sebep Sabri Efendidir. Bediüzzaman bu duruma şu sözleriyle işaret etmektedir:

“Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektub gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır.” (Barla Lahikası, s. 48)

Sabri Efendi, okumaktan aldığı feyzin yanında “istinsah” (çoğaltmak) gibi bir görev daha ifa ediyordu. Hulusi Beyin vekili olduğunu belirterek çoğalttığı nüshayı hemen ona göndermekle “santrallik” görevini de yerine getirmektedir. Barla’da yazılan Ondokuzuncu Mektub’dan bir nüsha Sabri Efendiye gelmiştir. Sabri Efendi bu nüshayı okumuş ve kendi el yazısıyla çoğaltmıştır. Sonra bu nüshayı Hulusi Beye göndermiştir.

Sabri Efendi, eline ulaşan risâleleri Hulusi Beye veya Hafız Ali’ye göndermeden önce bir nüsha daha çoğaltıp kendisine almaktadır. Çoğalttığı her nüsha onun için bir hazinedir. Meselâ Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri yazdığı zaman yaşadığı duyguları şöyle dile getirir:

“Nur deryasından nûş etmek isteyen bir kimse, Birinci ve Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri alsa, diğerlerine eli yetişmezse dahi maraz-ı kalbîyi def ve ref’e, ruhu tenvir ve tesrire kâfi bulunduğu meşhud ve müsellemdir. Zira Birinci Söz tevhid miftahıdır. Yirmi Bir’in birinci şıkkı da mirkat-ı Cennettir. İkinci şıkkı da emraz-ı kalbiyenin tedavisi için nazirsiz bir şifahane-i eczadır. İksir ilâçlarıyla, bilâistisna herkeste bulunan vesvese marazını tedavi ve kal’ eder. Kalb ve ruhta Kur’ân-ı Hakîmin ebedî ve nâmütenahi füyûzât ve envârından gelen revzat-ı inşirâhiyeyi küşadla saadet-i ebediyeye isâl edecek bir râh-ı necat ve selâmettir. Yirmi İki ise, bürhanlarıyla, lem’alarıyla, insan olanın akaid-i diniyesini tahkim ve tarsîne emsâlsiz bir rehber bulunduğunu arz ederim efendim.” (Barla Lâhikası, s. 94-95)

Haşirle ilgili “Onuncu Söz” eline geçince yaşadığı sevinci ve yaşadığı duyguları dile getirir. (Barla Lahikası, s. 100-101) Bir başka mektubunda Risale-i Nur hakkında şöyle der: “Bu nurların kâffesi, deccallara mahsus ve müstahzar elmas gülleler ve ehl-i iman için menba-ı envâr-ı hakaik olan Kur’ân-ı Hakîm’den son asırda nebean etmiş, binler âb-ı hayât-ı bâkiye hazineleridir.” (Barla Lahikası, s. 315)

Sabri Efendi sadece Bedre’de kalmamış, fırsat buldukça yakın köylere de gitmiştir. Oralarda yaşanan duyguları da aktarmıştır, mektuplarında. Götürdüğü risaleleri gittiği yerlerde okumuştur.

“Saff-ı evvel” ve “Barla Sıddıkları” denilen nurun kahramanlarından Sabri Efendi gibi mübarek zatların en zor şartlar altındaki hizmetleri sayesinde, Nur Risaleleri bugün iman ve irfan ufkumuzu güneşler gibi aydınlatmaktadır. Hepsi hizmetin bir ucundan tutmuşlar ve kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlardır. Onlar nurları kendilerine rehber yapmışlar ve istikametten ayrılmamışlardır. Bugün dünya risaleleri okuyorsa, o mübarek insanların hizmetteki katkılarını göz ardı edemeyiz.

Günümüzde de Nur iskele memurluğunun yeni versiyonları devam etmektedir. Bugün 85 yıl öncesine göre şartlar çok değişti. O gün ağır saydığımız şartlar geride kaldı, diyebiliriz. Ama küfür sel gibi akmaya ve yıkmaya devam ediyor. İnsanlar değişmedi, ihtiyaçları her gün daha fazla artıyor. Daha çok çalışmak gerekiyor. Kurt gövdenin içine girdi, kemirmeye devam ediyor. Nifak hâlâ iş başında dururken, can damarımızı kemiren düşmana karşı en son teknolojiyi kullanmamız gerekmez mi?

58 yıl önce dar-ı bekaya irtihal eden Santral Sabri Efendiyi rahmetle anıyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*