Şark´ın sevgili sultanı

Risâle–i Nur’dan

…İmam–ı Ali’nin (ra) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar–ı fahriniz olan Salâhaddin–i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası (duruşması), …yanlışınızı tashih eder zannederim.

(Münazarat, s. 66)

…Şeriat–ı garrâ müsavatı ve adâleti ve hakikî hürriyeti, cem–î revabıt ve levâzımatıyla câmidir. İmam–ı Ömer (ra), İmam–ı Ali (ra) ve Salâhaddin–i Eyyubî âsârı (icraatı) bu müddeâya delil–i alenîdir.
(Divan–ı Harb–i Örfi, s. 84)

İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme–nişin olan ve Salâhaddin–i Eyyubî ve Celâleddin–i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem–i Zâl gibi ecdatlarınız…
(Divan–ı Harb–i Örfi, s. 59)
Örnek bir şahsiyet:

Selâhaddin–i Eyyûbî

Bir “İslâm kahramanı” olan Selâhaddin–i Eyyûbî, 1138–1193 yılları arasında yaşadı. Aslen ve neseben Kürt olarak biliniyor. Aynı zamanda “Kürtlerin medâr–ı iftiharı”dır.

Ancak, onun kurmuş olduğu “Eyyûbî Devleti” bir millî devlet değildi. O, ümmet anlayışına dayanan bir İslâm devletini kurdu.

Bundan dolayı da Kürtçüler onu sevmez; “Niçin bir Kürt devleti kurmadı” diye…

Selâhaddin–i Eyyûbî’yi en iyi tanıyan ve takdir edenlerin başında—İslâm birliğinin sembol isimlerinden—Namık Kemâl, Mehmed Âkif ve Bediüzzaman Said Nursî gelir.

Onun hakkında müstakil bir biyografik eser yazan Namık Kemâl, ayrıca “Evrak–ı Perişân”da ondan şöyle bahseder: “Binlerce Müslüman sultanı içinde—Asr–ı Saadet hariç—üstünlüğü ve büyüklüğü itibariyle Selâhaddin’e eşit (müsavî) olanlar, topu topu on–on beş nâdir kişiden ibarettir.”

Mehmed Âkif de, ona duyulan muhabbeti mısralarına şu sitayişkâr ifadelerle yansıtır:

Sen ki, son ehl–i salibin kırarak savletini

Şark’ın en sevgili sultanı Salâhaddin’ i

Üstad Bediüzzaman ise, Kürtler için örnek bir şahsiyet olarak gösterdiği Selâhaddin–i Eyyûbî hakkında çok takdirkâr ifadeler kullanıyor ki, bunların bir kısmını yazının en başında iktibâsen zikrettik.

Kudüs’ü yeniden fetheden ve Kudüs’ü istilâya çalışan kalabalık Haçlı ordularını mağlup etmekle şöhret bulan Selâhaddin–i Eyyûbî, Büyük Selçukluların Halep Atabeyi (valisi) olan Nureddin Zengi’nin sıradan bir komutanıydı.

Ancak, bilgi ve cesaret gerektiren durumlarda ortaya koymuş olduğu kahramanlıklar, onu kısa zamanda en gözde bir komutan durumuna getirdi.

Öyle ki, henüz daha 31 yaşındayken, hem Suriye birliklerinin komutanlığına, hem de Melik ünvanıyla (1169) Mısır vezirliğine atandı.

O, büyük bir cesaretle Mısır’daki Şiî–Fatımî hakimiyetine son verdi ve bu büyük İslâm diyârının veziri oldu. (Mısır’daki Şiîler de, Bağdat’taki Sünnî halifeye rakip olacak bir halife ilân etmişler ve böylelikle İslâm âleminin başına iki başlı bir hilâfet meşgalesini sarmışlardı. Selâhaddin, bu keşmekeşliğe de son vermiş oldu.)

Vali Nureddin Zengi, 1174’te vefat etti. Yerine geçen oğlu ise, henüz çocuk denecek bir yaştaydı.

Sultan Selâhaddin, ilk başta ona bağlılığını ilân etmeyi düşündü. Ancak, daha sonra bu fikrinden vazgeçerek istiklâliyetini ilân etti.

1174’ten 1186’ya kadar Suriye, Mezopotamya, Filistin ve Mısır’ı da içine alan büyük İslâm coğrafyasındaki hakimiyetini pekiştirmiş oldu.

Selâhaddin–i Eyyûbî, bu zaman zarfında, ayrıca kendi şahsî hayatını da öylesine değiştirip disipline etti ki, onu yakından tanıyan hemen herkesi hayran bıraktı. Len Paul isimli bir yabancı düşünürün onun hakkındaki bir tesbiti şöyledir: “Selâhaddin, kendi şahsı ile ilgili olan hususlarda da bir düzenlemeye girdi. …Dünya zevk ü sefâsını, eğlenceleri ve rahat bir hayat yaşama arzularını tamamen terk etti. …Arkadaşlarına karşı örnek bir şahsiyet oldu. Bütün mesaisini, güçlü bir devlet kurmaya yoğunlaştırdı. Nitekim bir yerde şöyle dedi: ‘Allah bana Mısır’ı verince anladım ki, Filistin’i (Kudüs’ün fethini) de vermeyi nasip edecektir.’ İşte, o zamandan itibaren Selâhaddin’in amacı, ölünceye kadar İslâm’a hizmet etmek, onu galip kılıp zafere eriştirmek oldu.” (İslâm Önderleri Tarihi, Ebu’l–Hasan en–Nedvi, Kayhan Yayınları, c. 1, s. 342.)

Doğrusu, Cenâb–ı Hak, gayret sahibi muhlislerin yardımcısıdır; onları muvaffak eder, zafere ulaştırır.

Evet, dâvâsında muvaffak olmak isteyen bir kimse, hem ihlâsla hareket etmeli, hem de üstün gayret göstermeli.

Zira, gayretsiz ihlâs gibi, ihlâssız gayret de kişiyi hedef–i maksuda ulaştırmaz.

Dolayısıyla, muvaffakiyetin temel şartı “ihlâslı gayret”tir ki, bu düstûr Sultan Selâhaddin’de kemâlini bulmuştur.

Selâhaddin–i Eyyûbî, bilhassa Mısır’ın hakimi olduktan sonra hayatına yeni bir çeki–düzen verdi. O, takvâ üzere yaşamayı, hakkâniyet ve adâlet üzere hükmetmeyi ve bütün kuvvetiyle İslâma hizmet etmeyi, hayatının en büyük ve değişmez gayesi haline getirdi. Bu haliyle giriştiği hemen bütün mücadeleleri büyük bir muzafferiyetle kazanmaya muvaffak oldu.

İşte, Kudüs’un fethi de, bu büyük muvaffakiyetlerden biridir.

Kudüs’ün yeniden fethi

Kudüs, ilk olarak Hz. Ömer’in 638’deki Yermuk Zaferinden sonra önemli bir İslâm beldesi haline geldi.

Bu statü, asırlarca devam etti. Ne var ki, 460 sene sonra, yani 1099 yılında yaşanan I. Haçlı Seferi neticesinde, Kudüs Müslümanların hakimiyetinden çıktı, Hıristiyanların eline geçti. Hemen bütün Avrupa devletlerinin mânen gözdesi haline gelen Kudüs’te bir Hıristiyan Krallığı kuruldu.

Kudüs’te 88 yıl süren bu krallık zamanında, Müslüman ahaliye yapılmayan baskı, zulüm, işkence kalmadı. Defalarca katliâm yapıldı. Bölgede bir tek Müslüman kişi bırakılmamacasına çok zalimane bir politika izlendi. Zulüm, Sultan Selâhaddin tarih sahnesine çıkana kadar da devam etti.

Sadece Kudüs ve Filistin’de değil, Ortadoğu coğrafyasının birçok merkezinde (Trablus, Akka, Nasırıye, Taberiye, Beyrut…) yerleşmiş ve buralarda hakimiyet tesis etmiş olan Haçlılarla Müslümanlar arasında devam eden 88 yıllık sürtüşme ve çekişme, nihayet 1187 senesinde bitme noktasına geldi.

Bölgede güçlü bir İslâm devletini (Eyyübî Devleti) kurmaya muktedir olan Sultan Selâhaddin, Haçlıların ihlâl etmiş olduğu ateşkes (mütareke) anlaşmaları sebebiyle, bunların tek tek hesabını sormaya yöneldi. Bu arada hem kazandığı, hem de üfak çaplı kaybettiği bazı mücadele dönemleri oldu.

Suriye’nin Taberiye şehrindeki büyük karşılaşmada ise (4 Temmuz’daki Hittin Savaşı), birleşik Haçlı kuvvetleri Sultan Selâhaddin’in karşısında dize geldi. Düşman orduları perişan bir vaziyette darmadağın edildi.

Hiç vakit kaybetmeyen Sultan Selâhaddin, vargücüyle Kudüs’e yüklendi.

İslâm ordusunun morali gayet yüksekti. Hittin’de kazanılan zafer, Müslümanların moralini fevkalâde yükseltmişti.

Bu sebeple, İslâm ordusu, kendisinden kat–bekat kalabalık durumdaki Haçlı ordusunu Kudüs’te de kesin bir mağlûbiyete uğrattı.

Buradaki Latin Krallığına son verdi ve Kudüs’ü fethetti. Böylelikle, 88 yıl aradan sonra Kudüs’ü yeniden bir İslâm şehri haline getirdi. (Bu statü, 1917’ye, yani Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar aynen, 1947’deki İsrail işgaline kadar da kısmen korunabildi.)

Haçlı dünyası çalkalandı

Kudüs’ün yeniden Müslümanların hakimiyeti altına girmesi, Avrupa kıt’asını sarstı. Haçlı dünyası, korku ve öfke arasında büyük gel–gitler yaşamaya başladı.

Sonunda, kendi aralarında yeni bir ordu ihdas ederek “Üçüncü Haçlı Seferi”ni başlattılar.

Bu III. Haçlı Seferine, Avrupa’daki çok sayıda “soylu şövalye”nin yanı sıra, ayrıca üç ülkenin kralı da, kendinden gayet emin şekilde iştirak etti.

Bu kralların en meşhuru ise, “Aslan Yürekli Richard” denilen Fransız asıllı İngiltere kralı I. Richard (1157–1199) idi.

Lâkin, ne kral, ne de şövalyelerin hiçbiri Sultan Selahaddin’in kurmuş olduğu Kudüs merkezli muazzam seddi aşamadı. Üstelik, yapılan savaşlardan sonra gelenlerin çoğu telef oldu; kurtulabilenler ise, çaresiz şekilde ülkelerine dönmek zorunda kaldı.

Kral Richard da, Ekim 1192’de ülkesine dönüş için yelken açanlar arasındaydı.

Halen işgal altında bulunan Kudüs’ün yeniden fethi, dün olduğu gibi, şüphesiz bugün de mümkün.

Ancak, Müslümanların öncelikle Sultan Selahaddin–i Eyyübî gibi bir şahsiyetin ruhuna, ihlâs ve gayretine liyâkat gösterecek bir seviyeye erişmesi gerekiyor.

Zira, başka türlü olmuyor, olamıyor.

İşte bütün sermayem

Sultan Selâhaddin, 1193 yılında hastalanır. Yıllarca süren savaşlar sebebiyle bedeni yorgun düşmüş, vücudu yara–bere içindedir. Mart ayı başlarında ölüm döşeğine yatar.

Vefat edeceğini hissedince, yardımcılarını yanına çağırır ve şunu emreder: “Kapımın önündeki devlet bayrağını indirin. Onun yerine şu beyaz kefenimi bayrak yapın. Son nefesimi verinceye kadar da, kefenim orada dursun.”

Ayrıca, bu işe memur edilen bayraktarın da, bütün ahâliye işittirecek şekilde şu sözlerin ilân edilmesini emretti ölüm döşeğindeki Sultan Selâhaddin: “Ey ahâli! Şu gördüğünüz kefen, Sultan Selâhaddin’in dünyadaki fetihlerden geriye kalan tek sermayesidir. Onun âhirete götüreceği bundan başka bir malı–mülkü yoktur. Ayrıca, onda kim ne hakkı varsa istesin, ne hesabı varsa, gelsin sorsun.”

İşte böyle bir insan, elbetteki “Şark’ın en sevgili sultanı” olma liyâkatına mazhar olur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*