Savaş ve şehitlik

Risâle–i Nur’dan

Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski (Birinci) Harb–i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.

Mektubat, Sayfa 457

(Birinci Harb–i Umumî’den) mükâfat–ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.

Sünûhat, Sayfa 63

(İkinci Harb–i Umumî’deki) o musibet–i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir… On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlûm ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır.

Kastamonu Lâhikası, Sayfa 63

Milyonlarca mâsum, zalimlerin bombaları altında can verdi

Risâle–i Nur’dan yaptığımız yukarıdaki iktibaslardan da anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman Said Nursî, hem Birinci, hem de İkinci Dünya Harbinden söz etmiş ve bu savaşlar hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmuştur.

Ne var ki, onun bu iki savaş hakkında farklı yorum ve değerlendirmeleri, bazı kimseler tarafından kasdî şekilde birbirine karıştırılmaya çalışılmaktadır.

Bu gibilerin maksadı, zihinleri bulandırarak Said Nursî’yi zan ve töhmet altında bulundurmak ve onun hakkında müsbet kanaatleri, fitnekâr propagandalarla bambaşka mecralara doğru yönlendirmek.

Oysa, Üstad Bediüzzaman’ın söz konusu iki dünya harbi hakkındaki söz ve yazıları birbirinden farklı olduğu gibi, kendisinin durumu ve konumu dahi farklıdır.

Bütün bu farklılıkları, iki ana madde halinde kısaca belirtmeye çalışalım…

Birincisi:

1914–18 yılları arasında yaşanan ve yaklaşık 30 milyon insanın hayatına mal olan Birinci Dünya Harbi esnasında, Said Nursî, 1916 yılı Mart’ına kadar Kafkas Cephesinde bilfiil harbin içindedir. Talebelerinden müteşekkil 90 kişilik has kuvveti ile sayıları 4500 olarak tahmin edilen milis kuvvetinin başındadır. Bir yandan saldırgan Ruslar ve Ermeni komitacılarıyla harbederken, bir yandan İşarâtül–İ’câz isimli tefsiri yazmaktadır. En son, Bitlis savunması esnasında yaralı halde Ruslar’a esir düştü. Bir buçuk yıllık zaman zarfında, talebelerinin çoğu şehit olmuştu. Mektubat isimli eserinin hemen başında, Ubeyd ismindeki yeğeni ve talebesinin Bitlis’te şehit düştüğünü ifade ediyor.

Kezâ, Lem’alar isimli eserinde (26. Lem’â, 13. Ricâ) talebelerinden, dost ve ahbaplarından binlerce kişinin savaşta şehit olduğundan ve evlerinin Ermeniler tarafından yakılıp yıkılarak, özellikle Van şehrinin baştan başa harabezâra çevrildiğinden, derin bir üzüntü ve teessür ile söz ediyor. Van Kalesinin başında oturup bu manzarayı seyrederken de, çok ağladığını ve hiçbir hadisenin kendisini bu derece yandırmadığını ifade ediyor.

Acaba, bunları eserlerinde anlatan ve talebelerinin çoğunun şehit olduğunu açıkça ifade eden bir harp gazisi, nasıl olur da aynı zaman zarfında Çanakkale Boğazına yüklenen düşman kuvvetlerine rahmet okur, ya da onların ölüleri hakkında “şehit” tâbirini kullanır? Hiç mümkün mü?

Mümkün değil elbette. Ancak, fitnekârların da sınır tanımadığını ve münafıklığa bir sınırlama getirilemediğini de unutmamak lâzım.

İkincisi:

Said Nursî, 1939–45 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Harbi esnasında ise, Kastamonu’da sürgün ve Denizli’de hapis hayatı yaşamaktadır.

Aynı zamanda—kendi ifadesiyle—bu dönemde dünya ile alâkasını kesmiş durumdadır. Radyo dinlememekte ve gazeteleri takip etmemektedir.

Kaldı ki, belki yüz milyon insanın hayatına mal olan bu savaşın içinde, Müslümanlar bulunmamaktadır. Savaşın şiddeti, Avrupa merkezli ve gayr–ı müslimlerin yaşadığı coğrafyada cereyan etmektedir.

Acaba, içinde Müslümanların olmadığı ve saldırıların hedefinde İslâm ülkelerinin bulunmadığı bir savaş hakkında, Said Nursî, nasıl olur da “Vatanımıza saldıran ve insanlarımızı katleden gayr–ı müslimlerin ölülerine şehit” der? Hangi akılla, hangi mantıkla buna ihtimal verilebilir?

Acaba, hiç olmamış, hiç vuku bulmamış bir hadise hakkında, bir insan çıkıp ne diyebilir ki?

Hayalî senaryoların, münafıkane yönlendirmelerin, kasdî çarpıtmaların prim yaptığı ve safi zihinlerde menfî tesirler uyandırdığı bir ülkede, hakikati söylemenin, doğruları ifade etmenin ne derece zor olduğunu bilerek, biz de inandığımız yolda hiç tereddüt eseri dahi göstermeksizin yürümeye devam ediyoruz.

Bunları ifade ettikten sonra, şimdi de gelelim Üstad Bediüzzaman’ın Birinci Harpte Müslümanların ödediği “bedel” ile İkinci Dünya Harbi esnasında, ölüm kusan, ortalığı bir anda harabeye çeviren dehşetli bombalar altında vefat eden “mazlûm İsevîler” hakkında söylediklerine bakalım.

Günahlara kefaret oldu

Gerek Sünûhat ve gerekse Lemeat isimli eserlerinin sonunda, Müslümanların başına gelen harp felâketinin sebep ve sonuçlarını değerlendiren Üstad Bediüzzaman, Müslümanların biriken günahları ve ibadetteki ihmallerinin “kadere fetvâ” verdirdiği yorumunu yaptıktan sonra, ayrıca şu hatırlatmada bulunuyor: “Ceza, cins–i ameldir.”

Yani, burada namazın, zekâtın, orucun, haccın terki ya da ihmali sebebiyle, Cenâb–ı Hakk’ın bu milleti dört yıl müddetle cepheden cepheye koşturarak talim ettirdiği, açlık ve fakirlik çektirdiği ve bir kısmını da sömürge haline getirdiği hususları nazara veriliyor.

Bu ağır bedeller ödendikten sonra gelen teselli ve mükâfat ise, aynen şu veciz ifadelerle dile getiriliyor:

“Hadîs teselli verdi:

“Bu millet–i günahkâr, kanıyla abdest aldı; fiilî bir tevbe etti.

“Mükâfât–ı âcili:

“Şu milletin humsu (beşte biri) dört milyonu çıkardı: Derece–i velâyet, mertebe–i şehâdet ile gàzilik verdi; günahı sildi.” (Sözler, s. 656)

Savaşın ortasında kalan mâsumlar

İkinci Dünya Harbinde, savaşmadığı halde kendini harp belâsının ortasında bulan, çaresizlik için can ve mal kaybına uğrayan mazlûm Hıristiyanlar ve özellikle “fetret gibi karanlıkta kalan İsevîler” hakkında ise, Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası isimli eserindeki bir mektupta, aynen şu ifadeleri kullanıyor:

“Üç–dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet–i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfât–ı mânevîyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır.

“Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din–i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret–i İsâ’nın (a.s.) din–i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret–i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında …günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenâb–ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim.” (Age, s. 79)

Demek ki neymiş?

1) Bu ifadeler, bizimle harbeden Hıristiyanlar için kullanılmamış.

2) Bu sözler, bütün Hıristiyanlar için de sarf edilmemiş.

3) Mektupta, özellikle on beş yaşından küçük çocuklarla Hz. İsa’ya mensup ihtiyarlar, musibetzedeler, fakir ve zayıflar, yani külliyen savaşta dahli bulunmayan mâsum ve mazlûm durumdaki sivil kesimden insanlar kast edilmiş.

4) Burada “savaşarak şehit olmak”tan falan değil; belki, savaş ortamında helâkete, felâkete, ağır musibete uğrayan mazlûm ve mâsum kişilerin “bir nevi şahâdet” mertebesinden, yahut mükâfatından söz edilmiş.

Ayrıca, yaşanan zamanın özel şartları nazara verilmiş ve bilhassa âhirzamanın bu özel durumuyla alâkalı sahîh bir rivâyetin mânasıyla paralellik arz eden yorumlarda bulunulmuş.

Şimdi bütün bunlar ortadayken, bir Müslüman tutup bu sözlerden niçin rahatsız olsun?

Hâşâ, Cennette yer sıkıntısı mı çekilir?

Dahası, bir kimse ortaya çıkıp âşikâr bir meseleyi neden rayından saptırma ihtiyacı duysun?

Kime yaranmak ve hangi akla hizmet etmek için?

Umulur ki, aklı başında olanlar, yaptıkları yanlıştan döner ve haksız yere başkasını karalama alışkanlığından vazgeçer.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*