ŞEÂİR-İ İSLAMÎYE

Kelime Anlamı:

Şeair kelimesi, “şuur” kelime kökünden türeyen “şaîre”nin veya “şiâr”ın çoğuludur. Alâmet, nişane, iz ve belirti manalarına gelir. İslam’a ait âdetler, işaretler, kaideler anlamında kullanılmaktadır. Kendini karşıdakine tanıtma=parola anlamında da kullanılmaktadır.

Aynı zamanda bir inancı, bir düşünce biçimini, bir fiil veya bir sistemi sembolize eden nesne, amblem veya onun temsilcisi konumundaki simgelere de şiâr denilmektedir. Mesela resmî bayraklar, polis veya asker üniformaları vs. hükümetlerin şeairindendir.

Terim Anlamı:

Bir dini terim olarak ise, görüldüğü veya düşünüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan, ona saygı göstermeye ve kulluk vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya davet edildiğimiz şeylere “şeair” denir. Bunlar dinin mukaddes saydığı ve uyulması istenilen şeyler, dinî emirler, nişanlar ve remizlerdir. İslam dininin varlığını hissettirdiği nişan ve alametlerdir. İslam’ın şartlarından namaz, oruç, zekât, hac, Cuma namazı, bunların toplu olarak yapılması ve yapıldığı mekânlar, camiler, cemaatle namaz kılınması, ezan, kamet gibi hususlar İslam’ın şeairindendir.

Neden Önemlidir?

Dinin meselelerinin bir kısmı Kişinin kendini ve şahsi olarak yaptıklarını ilgilendirir. Bunlara “hukuk-u şahsiye” şahsi hukuk denilir.

Diğer bir kısmı da umumi hukuktur. Umuma umumiyet itibariyle taalluk eder. Şeairin umumi hukuk olması, toplumun tamamını ilgilendirmesi cihetiyle önem arz etmektedir. Mükâfatı da sorumluluğu da geneli ilgilendirmektedir. Bir başka veçhesi de tebliğ olmasıdır. Bu yönüyle de geneli ilgilendirmektedir. Dinin umumiyet itibariyle yaşanmasına hizmet ettiği için, yaşanan şeyin korunması gerekmektedir ve şeair, dinin korunması manasını içinde barındırmaktadır. Bu ise dinin korunmasını istediği beş temel esastan birisidir.

“Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür.” (Mektubat, Sayfa 385)

Şeairin fert hayatından daha ziyade topluma ve toplum hayatına bakan bir yönü vardır. Toplumun geneline bakar ve toplumun tamamını kapsar. Şahıs olarak her fert ona bağlı kalmak durumunda olduğu gibi toplumun bütün fertlerinin de toplu olarak bağlı kalma mecburiyeti vardır.

Umuma taallukunun olmasından şu geniş manayı da anlamak gerekmektedir. Şeair, Müslüman toplumunun şu anda yaşayanlarının tamamını ilgilendirdiği gibi, geçmiş ve gelecekteki Müslümanları da içine alması dolayısı ile Asr-ı Saadetten kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslümanların hukuku söz konusudur. 1400 yılı aşkın bir süreden beri gelen uygulamalar bir fikir birliğini göstermekte, ulemanın ittifakını ifade etmektedir.

“O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum Âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın (İslam büyüklerinin) bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!” (Mektubat, Sayfa 385)

Şeairden bir meseleye ilişmek, tahrif etmeye çalışmak Müslümanım diyen herkesin hukukunu çiğnemek anlamına gelmektedir. Öyleyse bir şeairin terki bir hata olarak görülemez, İslam toplumunun bütün fertlerine karşı işlenmiş bir hata olur. Bütün toplumun hakkı çiğnenmiş olur.

“Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir.” (Lem’alar, Sayfa 58) Bunları, toplumun her ferdinden teker teker yapması istendiği gibi toplum olarak da yapması istenmektedir. Beş vakit namaz, oruç, Cuma namazı gibi yerine getirme şartlarını taşıyan herkese teker teker farz olduğu gibi bunları toplu olarak da yerine getirme zarureti vardır. Bunlara “muhkemat” denir hiçbir şekilde değiştirilemez.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sünnet olarak yapmamızı istediği nafile ibadetlerin değiştirilmeye kalkılması bid’attır.” (Lem’alar, Sayfa 58)

Âdâb kısmında ise, bu sünnetlere uyanlar, davranışlarını ibadete dönüştürmüş olurlar. Yeme, içme, yatma, konuşma ölçülerini gösteren davranışlar bu kabildendir. Bu davranışları sünnet olduğu için yapan Peygamber Efendimize (a.s.m.) bağlılığını göstermiş olur ve bundan büyük bir feyz alır.

“Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.” (Lem’alar, Sayfa 58)

Mesela, ezan buna güzel bir örnektir. Bir beldede bir kişinin okuması ile o beldenin tamamı bunu yapmış gibi ondan istifade eder. O beldenin Müslüman olduğunu ilan etmiş ve İslam’ın bayrağını oraya dikmiş olur. İslam’ın orada hükümranlığının ifade edilmesidir.

Savaş esnasında geceleyin bir beldeye gelen Müslüman ordusunun ezanı beklemesi gerekmektedir. Şayet orada ezan okunacak olursa onlarla savaşması doğru olmaz, sulh yolunu arama zarureti vardır. Ezan okunmadan herkesin evinde namazını kılıyor olması, şahsi farzlarını yerine getiriyor olması savaşı engellemiyor, ancak ezan okunması sulh yolunu aramaya mecbur ediyor. Bu bir devletin topraklarına bayrağını dikmesi, hükümranlığını göstermesi gibidir. Ezan, İslam adına oraların sahiplenilmesi anlamına gelmektedir.

Şeair, toplumun ortak vicdanıdır. İslam’ın hükümranlık hakkıdır.  Onun için şeairin yaşandığı mekânlar da şeair kapsamında görülmektedir. Bu semboller dünyanın neresinde olursa olsun, görenlere, işitenlere tevhidi, İslam’ı hatırlatır. Bu bir çeşit emr-i bilmaruftur. Günde beş vakit okunan ezan, Allah’ın birliğini, Peygamber Efendimizin Risalet’ini kâinata ilan etmektedir. Kâbe, Safa, Merve, Arafat, Müzdelife, Mina gibi mekânlar Allah’a kulluğun zirveye çıktığı yerlerdir ve bunlar şeair kabul edilmektedirler. “Safa ile Merve Allah’ın belirlediği nişanelerdendir.” (Bakara, 158) Yani buralarda Allah’a ibadet edilecek, İslam toplumlarının ortak vicdanının oluşmasına katkı sağlayacak, oraya her gelen benzer hissiyatlarla dolup taşacaktır. Allah’ın kulu olmanın, birlik ve beraberliğin mücessem halini göstereceklerdir.

Mesela, oruç Ramazan ayında yapılan bir ibadet ve şeairdir. İbadet olmasının yanında, maşeri vicdanın oluşmasında çok önemli bir katkı sağlamaktadır. Yardımlaşma duygusu gelişmekte, suçlar azalmakta, oruç tutmayanlar bile ona saygı duyup açıkta yemekten kaçınmaktadır. İnançların pratiğe dökülmesinde önemli bir katkı sağlamaktadır.

Şeairin özelliği, toplumu yönlendirip Allah’ın rızasına uygun bir istikamete kanalize etmek, fertleri ve toplumları belli bir manevi kalıba göre eğitme ve yaşatma görevini yerine getirmektedir. Oruç bunu çok güzel bir şekilde yapmaktadır. Kötülüklere kalkan, açlığa ve susuzluğa tahammül, sabır ve metanet madeni, acıma duygularının zirveye çıktığı bir ibadettir.

Bir kişinin namazını kılıp kılmaması kendini ilgilendirir, şuçu da mükâfatı da kendine aittir. Başkası bundan dolayı suçlanmaz. Ezanın okunup okunmaması ise, o beldenin tamamını ilgilendirir, mükâfat veya sorumluluk herkese ait olur.

Şeaire Saygı:

Müslümanlar şeaire karşı saygılı olmak mecburiyetindedirler. “Artık kim Allah’ın şeairini tazim ederse, şüphe yok ki bu, kalblerin takvasındandır.” (Hac, 22/32) Şeaire saygı, takvadan doğan ve neticede yine takvaya dönüşen bir değerdir. İnancının şuurunda ve sorumluluklarının farkında olarak inanan bir kalbin hassasiyetidir.

Bediüzzaman’ın 1921 yılında Meclis-i Mebusan’a (Büyük Millet Meclisi) hitaben kaleme aldığı hitabede şeair-i İslâmın Türkiye ve İslâm alemi arasındaki ilişkiler açısından taşıdığı öneme dikkat çekmiştir. Türkiye’nin kazandığı zaferinden İslam âleminin memnun olduğunu ifade etmiştir. Zaferin arkasından yapılması gereken öncelikli işin, şeair-i İslâmı ihya ve muhafaza edici bir yapının oluşturulması olduğu üzerinde durmuştur. Şeaire sahip çıkmanın Türkiye’yi İslâm aleminde öncü role yükselteceğini belirtmiştir. Anadolu ile Müslüman dünyası arasındaki bağların şeairin ihyasından geçtiğini vurgulamıştır. Şeairde gösterilen laubaliliğin Avrupalı devletler nezdinde olumsuz ve güçsüz bir Türkiye imajı bırakacağını ve bunun da Türkiye’yi diğer Avrupalı devletler yanında itibarsız ve pasif göstereceğini ifade etmiştir. (Mesnevi-i Nuriye, s. 85-86)

İstanbul, Bursa, Edirne…  gibi şehirleri gezenler, minareleri, mezarlıkları gördükçe bu yapıların manevi etkisini gönüllerinde hissedeceklerdir. Bunlar bin yılın bu topraklara nakşettiği sağlam şeairlerdir. Şeaire gösterilen özen ile dinin yaşanması arasında doğru orantı vardır. İhmali ise laubaliliği artırmaktadır. Lakaytlık bütün toplumda yaygınlaşmaktadır. Başörtüsü üzerinde koparılan fırtınanın asıl sebebi burada yatmaktadır. Başörtüsünü kamusal alanda görmek istemeyen zümrelerin ısrarlı bir şekilde başörtüsünü “siyasal” simge şeklinde değerlendirmeleri ilgi çekicidir. Dönemin şartlarına göre de “din”e ait bir sembol, siyasî simge olarak gösterilmek suretiyle yasakçılığa zemin hazırlanmasına çalışılmıştır.

Şeaire Riya Giremez:

Şeaire riya giremez. Çünkü şahsî bir kemal değildir. İslâm toplumunu ilgilendirdiği ve İslâm toplumunun ortak malı ve ortak hukuku olduğu için şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir. İslâmiyet sosyal bir dindir. Mesajı evrenseldir. Belirli bir kavmi değil, bütün insanlığı topluca kucaklıyor. Bir emri toplum olarak dinlemek, kişisel olarak dinlemekten daha önemlidir, daha faziletli sonuçlar doğurur. Çünkü toplumca dinlenen ve yaşanan emirler hem “emr-i bilmaruf” ve “nehy-i anilmünker” görevi ifade ederler, hem İslâm’ın tebliği hükmündedirler.

Diğer yandan, toplumca dinlenen emirler, toplum fertlerinin dem ve damarlarına kazınır. Toplum, fertler için koruyucu bir zırh hükmüne geçer. Toplumca bir emrin örf hâline getirilmesi, toplum fertleri açısından söz konusu emrin daha kolay, daha güvenle, daha zevkle ve daha huzurla yaşanılır olması demektir.

Toplumca dinlenmeyen ve yaşanmayan emirlerin ise, toplum fertleri açısından yaşanması çok daha zordur. Kimi zaman imkânsızdır.

Meselâ, ezanın okunmadığı, camilerin bulunmadığı ve namazın cemaatle kılınmadığı bir memlekette ki, bunların her üçü de sünnet bulunmaktadır, bir ferdin, şahsî farzlarından olan vakit namazlarını düzenli biçimde ve huzurla kılması zordur. Söz gelişi yukarıdaki sünnet emirlerin yasaklanmış olduğu bir memleketi düşünelim: Fertlerin demokratik tepki haklarını kullanmayarak sus pus olup, fakat evlerinde şahsî farzlarını hiç aksatmamaları çok makbul değildir. Bir dönem Türkiye’de bunlar yaşanmıştır.

Şeairin en büyük hikmeti, İslâm’ın sesinin ve mührünün Müslüman olmayanlara, nihayet bütün dünyaya iletilmesidir. Müslüman bir memlekete giren bir gayr-i Müslim’in, ilk bakışta ezanı ile, selamı ile, misafirperverliği ile, temizliği ile, dürüstlüğü ile, güvenilirliği ile, huzuru ile burasının bir İslâm toprağı olduğunu anlaması önemlidir.

Bu, Müslümanlar için bir borçtur. Gayr-i Müslim için bir haktır. İslâm tebliği açısından ise Müslümanların üzerinde bir vazife ve vecibedir.

Bu açıklamalardan şu anlaşılıyor ki, İslâmiyet, tebliği sadece Kelime-i Şahadet teklifi olarak görmüyor. Kelime-i Şahadet teklifi başta olmakla beraber, Müslümanların Kelime-i Şahadetin anlamını, yani esenlik ve huzurdan ibaret olan dinin emirlerinin toplumca yaşanıyor olmasına da ehemmiyet veriyor. Bu, bir gayr-i Müslim için yapılabilecek en iyi tebliğdir. Dini en etkili biçimde ve severek öğrenme yoludur.

Şeaire saygı göstermenin gereklerinden birisi de, şeair olarak kabul edilen dine ait esasların değiştirilmemesi, bize nasıl intikal etmiş ise aynı şekliyle muhafaza edilmesidir. Zamana veya mekâna bağlı olarak değişiklik yapılamamasıdır. Çünkü hürmet gösterilen değerler, bu hürmetin gereği olarak beraberinde korumayı da gerektirir. Korumamak ise hürmet göstermediğini ifade eden bir sonuçtur. Korumak, onun aynısını yaşamayı ve yaşatmayı gerektirir. Onun için Müslümanlar, şeairin yaşatılması mevzuunda asla bir gevşeklik göstermemeli veya onun değiştirilmesine asla razı ve taraftar olmamalıdırlar. Bu mevzuda gösterilecek en küçük bir gevşeklik veya değiştirilmesine taraftarlık göstermek, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle insanın ebedî düşmanlarına yardımı etmesi demektir: “Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.” (Mesnevi-i Nuriye, Sayfa 87) Çünkü şeairi tahrip, netice itibariyle dini tahriptir, İslâm toplumunun dini yaşamasını tahriptir. Şeairin yerini kendisinin dışında hiçbir şey dolduramaz.

Dinin, “teabbüdi” olarak ifade edilen emirleri, aklın muhakemesine bağlı değildir. Nasıl emir olunmuşlarsa öylece ifa edilirler. Hikmet ve maslahatlar onları değiştirmeye sebep olamaz. Emir olunma cihetleri ağır basar ve emir olarak yerine getirilmesi istendiği için yapılırlar. “Meselâ, biri dese, “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?” (Mektubat, Sayfa 386)

Şeair olan sembol ve lafızların beşerî ifadelerle değiştirilmesi mümkün değildir. Yerine başka bir format koyma hak ve salahiyeti yoktur. Çünkü ilahi olanın yerini beşeri olanın doldurması mümkün değildir. “Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır.” (Mektubat, Sayfa 385)

Şeairi tahrip ve tahrif edilmiş bir toplum, dini yaşama ve yaşatma şuurunu besleyecek ve canlı tutacak dinamiklerini kaybedeceği gibi, en önemli birlik ve beraberlik vesilelerini de kaybetmiş olacaktır. Çünkü ” Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor.” (Sözler, Sayfa 671)

Şeair, özü itibariyle insanları hak ve hakikate ulaştırır. Başlangıcı taklit yoluyla da olsa sonuçta bir kısım davranışlar yerleşik hale gelir. Dini hayatı canlı tutarlar. Cuma ve bayram namazlarına gitmenin toplumda ayrı bir önemi ve karşılığı vardır. Bunlar birer ilk adımdır. Sonuçta diğer ibadetleri de yerine getirme noktasına gelirler. Hacca gidip gelen insan, davranışlarına daha çok dikkat eder. Bunlar ise kulluk görevlerini yerine getirmede derinleşme anlamına gelir.

Sonuç

Şeair, toplumun ve fertlerin inanç ve davranışlarını besleyen vesilelerdir. Bütün toplumu etkilemektedir. Onun için açıktan yapılması önemlidir. Çünkü bu sayede toplu bir tebliğ yapılmaktadır. Kötülük ve yanlışlardan uzaklaşmada bir teşvik kamçısı görevi yapmaktadır. Onun için bu ibadetlerin yapılmasında riya ve gösteriş olamaz. Hele bid’aların yaygın olduğu bu zamanda açıktan yapılması çok daha fazla önem arz etmektedir. Bunlar toplumun dini yaşama aşk ve heyecanını besler. Terk edilmesi bütün toplumu etkiler ve bütün toplumu sorumlu hale getirir. “Vicdan-ı umuminin” bozulmasına sebep olur. Bundan dolayı sünnet kabilinden olanların yaşanması bile şahsi farzların önüne geçmektedir.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Bireysel ve toplumsal açıdan çok öğretici bir yazı. Gönülleri birleştirerek daha huzurlu birey, daha huzurlu toplum oluşmasına vesile olabilir.

MERYEM için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*