Şeâirin önemi, ihya ve muhafazası

Şeâir, kelime anlamı itibariyle “belirleyici özellikler, işaretler, âlametler, izler, semboller” gibi anlamlara gelmektedir. Şeâir ifadesi, genellikle dînî motifler taşıyan işaretler için kullanılır. “Şeâir-i diniye, Şeair-i İslâmiye” şeklinde ifade edilir.

Şeâir-i dîniye, görüldüğü, dinlendiği veya hissedildiği zaman, dini akla getiren, inancı çağrıştıran ve hatırlatan işaretlerdir. Câmi, minare, hilâl, cübbe, sarık, tesbih, ezan sesi, selâmlaşmak vs. İslâm inancını hatıra getiren şeâirlerdendir.
Şeâir, İslâm inancı için çok büyük bir önem anlam ifade eder. İslâm âlimleri şeâire büyü önem vermişler, onları yaşatmak için büyük gayretler göstermişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri, “Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir” diyerek, şeâirin önemini vurgulamıştır. Şeair-i İslâmiyeden olan sarığını çıkarmamak için, “Bu sarık bu başla birlikte çıkar” diyerek başını feda etmeyi göze almıştır. Şapka Kanununa muhalefetten dolayı binlerce insan başını yağlı ilmeğe uzatmış, İslâmî bir şeâiri yaşatmak için başlarından vazgeçmişlerdir. Başörtüsü de sarık gibi şeâir olduğundan, onu yaşatmak için verilen mücadeleler de yıllardır devam etmektedir.

Şeâir- i İslâmiye, İslâm toplumuna ait ortak bir hukuk ve ibadet anlamı taşıdığı için bu kadar önemlidir. Yaşandığı yerde, İslâm’ın mührünü gösterir. Birisinin yapmasıyla o toplum istifade eder ve mesuliyetten kurtulur. Terk edilmesiyle de, o beldedeki bütün Müslümanlar bundan mesul olur.

Toplu ibadetler ve buna vesile olan işaretler, aynı zamanda bir tebliğ vazifesi görür. “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker” yerine getirilmiş olur. Resulullah (asm), şu ifadeleriyle emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’in önemini vurgular: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder kötülüğe engel olursunuz, ya da Allah, yakında umumî bir belâ verir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul olmaz.” (Tirmizî). Demek ki şeairi yaşatmak, duâların kabulüne vesile olduğu gibi, terk etmek de reddine bir sebeptir.

Şeairin açıkça ilân edilmesi gerektiği hususunda Bediüzzaman Hazretleri, İmam-ı Gazali’nin “Bazan izhar, çok defa ihfadan (gizlemekten) daha ziyade efdal olur” sözüne atıf yaparak İslâmî bir işaretin gösterilmesi, onun gizlenmesinden daha faydalı olduğunu ifade ediyor. Zira bir dinî emrin açıkça yaşanması, (riya ve tasannu karışmamak şartıyla) insanları gafletten uyandırır, tembelleri teşvik eder, inkârcılara karşı da izzet-i dîniyenin muhafazasına vesile olur.

Şeâir, Müslümanların ortak şuurla hareket etmelerini sağlar. Dinin topluca yaşanmasına ve dinî değerlerin kökleşmesine sebep olur. Onun için milletin inancına ve ibadetine karşı çıkanlar, önce şeâire hücum etmişler, onları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Zira şeâir tahrip edildikten sonra, diğer kalelere girmek daha kolay hâle gelecektir.

Yakın tarihimizde bunun çok açık örneklerini gördük. Önce Kur’ân harfleri kaldırıldı, yerine Lâtin alfabesi ikame edildi. Zira Kur’ân Arapça olarak nazil olduğu için, Arap Alfabesi, aynı zamanda Kur’ân- Kerim’i hatıra getiriyordu. Halk arasında hâlâ Kur’ân harflerine karşı bir hürmet vardır. Halkımız, yerde gördüğü bir kâğıt parçasında Kur’ân harfleri ile yazılmış bir metin görse, onu alır, “Ayak altında çiğnenmesin” diye yüksek bir yere koyar. O yazı, âyet veya hadis olmasa da, halkımız Kur’ân’a duyduğu saygı yüzünden böyle bir duyarlılık gösterir.

Sonra Ezan-ı Muhammedî (asm) değiştirildi, yerine ”Tanrı Uludur” diye bir nakarat ikame edilmeye çalışıldı. Maksat, ”Allahuekber” kelâmını dillerden ve kulaklardan uzaklaştırmaktı. Ama milletin dem ve damarlarına yerleşmiş bu kelimeyi de söküp atamadılar. Nihayet dine saygılı bir iktidar geldi de, ezan yeniden aslı gibi okunmaya başlandı. Yine önemli bir şeâir olan tesettür konusunda, yıllardır büyük sıkıntılar yaşanıyor, mesture hanımlara insafsızca baskılar uygulanıyor.

Şeâirin yaşanması ve yaşatılması konusunda, ne yazık ki ehl-i imanın da büyük ihmallerini ve sorumluluklarını görüyoruz. Nitekim Cumhuriyetin ilkeleri adına şeâir tahrip edilirken de, bazı hocalardan yardım ve fetvalar alınmıştır. ”Ulemâü’s-sû” diye tabir edilen bazı din adamları, rejimin ileri gelenleri ile işbirliği yaparak dine darbeler vurulmasına vesile olmuşlardır. Bediüzzaman Hazretleri ise, çok cazip teklifleri elinin tersi ile iterek şeâirin ihyası ve yaşatılması için çileye talip olmuş, zindanı, sürgünü, eza ve cefayı tercih etmiştir. Şeâiri ihya için dünyasını feda ettiği gibi, ahiretini de feda edebileceğini ifade etmiştir.

Bugün de İslâmiyeti evlere ve camilere hapsetmek isteyenlere destek olurcasına, ”Bakın camiler açık, isteyen namazını kılabiliyor, namaz kılana, oruç tutana karışan var mı?” diye müstebitlere arka çıkan Müslümanlar var. Hatta Cibâli Baba misâli, istibdadın devamı için duâ eden safdil mü’minler mevcut.

Her Müslüman, aynı zamanda İslâm’ı tebliğ ile vazifelidir. Tebliğ ise, söz ve davranışla olduğu gibi, İslâm’a uygun kılık kıyafetle de yapılır. Bir kişiye ve topluluğa selâm veren, cemaatle namaz kılan, Kur’ân okuyan, öğrenen ve öğreten, Allah’ın (cc) bir emrini veya Peygamber’in (asm) bir sünnetini yerine getirmek niyetiyle başını örten, sakal bırakan veya dinî sohbetlere katılan bir Müslüman, şeâiri ihya ve muhafaza etmiş olur.
Müceddidlerin vazifesi, bid’alarla bozulan şeâiri ihya etmek, dinin aslına uygun bir şekilde yaşanmasını sağlamaktır. Biz de yazımıza bu asrın ve gelecek asırların müceddidi olan Bediüzzaman Hazretlerinin sözü ile son verelim:

“Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir.”  (Mesnevî-i Nuriye)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*