‘Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?’

“Namaz kılmayı alışkanlık haline getirdiği için” deniz harp okulu son sınıfında ordudan atılan dr. Hakan yalman: “bir gün namaz kılarken ‘nöbetçi subay’a yakalandık. Kızarak, “sen namaz kılmak için kimden izin aldın?” diye sordu.

DUYDUKLARIMIZLA GÖRDÜKLERİMİZ ÇOK FARKLIYDI

 Oraya gittik ve o dönem gazetede yazı yazan bazı ağabeyler orada kalıyordu. Öyle bir ortamda kendimizi hissettik ki, Rusya’da ezana hasret bir insanın ezan duymasını düşünün… Öyle bir hal yaşadık. Çok farklı dinî duyguların yaşandığı bir ortam. Akşama kadar dinî meselelerden bahsedildi. Risâle-i Nur okundu, Bediüzzaman’dan bahsedildi. O zamana kadar Bediüzzaman ismini kısmen duymuşuz, ama olumsuz anlamda. Babamın da telkiniyle, Said Kürdî, devlete isyan edenler vs. gibi biliyoruz. Anarşist insanlar gibi bahsedilirdi. Babam Milliyet gazetesi okur ve orada anlatılanları da bize anlatırdı. Hatta, “Aman bu insanlara bulaşmayın” derdi. Nurculardan bahsedilince tedirgin olduk, ama duyduklarımızla orada gördüklerimiz arasında çok fark vardı. Melek gibi insanlar… Deniz Lisesine geldiğimdeki duygum ne kadar yabancı bir duygu ise, orada hissettiğim duygu da o kadar huzur vericiydi. Hakikaten içinde bulunmaktan mutlu olduğum bir ortam. Aklımıza gelen bütün soruları sorduk. Onlar da bize güzel açıklamalarda bulundular. Akşama kadar kendimizi huzurlu hissettiğimiz, namazlarımızı kıldığımız bir ortam oldu orası. Okula dönüş vakti geldi, ama oradan ayrılmak o kadar zor geldi ki… Beraber çay içtiğimiz bir ortamdan, bize çok kasvetli gelen ortama dönmek sıkıcı oldu. Yolda arkadaşıma dedim ki “Biz böyle bir şeye girdik, ama başımıza bir iş gelebilir.” Arkadaşım da cevaben dedi ki “Ben burada kendimi öyle huzurlu hissettim ki ne olursa olsun ben devam edeceğim.” O zaman dedim ki “Madem birlikte başladık, ben de devam edeceğim.” Sonraki hafta, kimsenin çağırmasına ihtiyaç kalmadan kendimiz gittik oraya. Sağ olsunlar, oradaki ağabeyler de çok yakın alâkadar oldular. Daha sonra öğrendik ki Rizeli arkadaşın ‘kitap yazıyorlar’ diyerek bizi götürmek istediği yer de orasıymış, onunla da orada buluştuk. Ve zaman içerisinde Deniz Lisesi hazırlık sınıfından 6 kişi olduk bu şekilde devam eden… Tabiî orada hem dinî anlayışımız, hem de imanî konulara bakışımız güçlendi, yenilendi. O güçlendikçe korkularımız da azaldı. Bu defa, ilk etapta gece bütün namazları kaza etmek yetmemeye başladı, bunu yeterli görmedik. Arkadaşlarla beraber ortak tavırlar geliştirmeye başladık.

CEPLERİMİZDE NAYLON SECCADE TAŞIYORDUK

Ceplerimizde naylon seccadeler taşımaya başladık ve bulduğumuz boşluklarda namazları vaktinde kılmaya başladık. Zaten sabah ve yatsıda problem yaşamıyorduk. Diğer vakitleri de okulu tanımaya başladığımız için nerede boş vakit bulursak namazlarımızı kılmaya başladık. Bütün namazlarımızı vaktinde kılan 6-7 kişi olduk. Okulun son sınıfına gelince bu durum bizim için bir iman dâvâsına dönüştü. Bütün o arkadaşların hepsi dine sarıldı. Bir taraftan kendimiz yaşarken, bir yandan da okul arkadaşlarımıza bu hakikatleri nasıl anlatırız diye gayret göstermeye başladık. Ve yavaş yavaş uygun olan arkadaşlarımızı yönlendirmeye başladık. O 4 senenin sonuna geldiğimizde öyle bir nokta oldu ki, hatta bir Ramazan gününde teravih namazında 60 kişiyle cemaat yapıp namaz kıldık, okulun yatakhanesinde.

ATILMA KORKUMUZ KALMAMIŞTI

O dönemde normal liselerde namaz kılınabilecek mescidler vardı. Deniz Lisesinde hiç mescid olmadı mı?

Okulda mescit yok. Eskiden kalma bir kilise var, orası da zaten kilise olarak kullanılmıyordu. Hatta bir kısım arkadaşlardan “Bu kadar abartmayın. Çok abartılırsa bu iş de engellenir” gibi uyarılar alıyorduk. Biz de yavaş yavaş frene bastık. Ama artık çok da okuldan atılırız korkusu kalmamıştı. Belki de sorgulanmış olmamız, bir atılma riskiyle karşı karşıya olmamız bizi rahatlattı. Biz artık birinci sınıfa geldiğimizde Risâleleri okuyan 7-8 kişi olmuştuk. Oradaki arkadaşlara anlatıyoruz, zaten anlattığımızda ilginç geliyor. Sınıftan böyle 30-40 kişi geldi o sohbetlerde bulundu, kimi korkudan devam etmek istemedi, kimi devam etti. Biz artık ikinci, üçüncü sınıfa geldiğimizde okulda da kendi aramızda zaman zaman programlar yaptığımız, alt sınıflara anlatabilmek için bazı metodlar geliştirdiğimiz bir noktadaydık. Bu arada da derslerimize çok asılıyoruz. Onu da artık bu meseleye bir vesile olarak görüyoruz. Diğer taraftan disiplin konusunda çok hassas davranıyoruz. Belki diğerlerinin hassasiyetinden çok daha hassas davranıyoruz ki artık bizim dâvâmıza zarar gelmesin, iş biraz daha şahsî meseleden dâvâ meselesine dönüştü. Ve böyle bir ruh haliyle çekirdek bir ekip olduk orada. İskender Pala’nın kitabını okuyordum, orada 1982’de Deniz Lisesine geldiğinden bahsediyor. Tam işte bizim okulu çok iyi tanığıdımız dönemlerde o da Teğmen olarak Deniz Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak gelmişti. Kitabında Heybeliada’ya gelişini anlatırken o günler zihnimde canlandı. Hakikaten o dönemin şartları içerisinde bizim hocalarımızın, öğretmenlerimizin hepsinin bize biraz daha dinden uzaklığı, kız arkadaşları ve dünyevî yaşantıyı telkin ettiği dönemde bir vatanperver, millî değerlere sahip ve mukaddesatçı bir teğmen gelmiş olmasının güzelliğini de onun gelmesiyle yaşadık. Bir de İlahiyatçı bir teğmen vardı o zaman. Hatta bir Din Dersi öğretmeni de Kuleli Askerî Lisesi’nden bize ders vermeye geliyordu. O kalabalık öğretim topluluğu içerisinde bir kaç kişi sadece bize manevî değerleri hatırlatır konumdaydı.

İSKENDER PALA DA ÖĞRETMENİMİZDİ

İskender Pala da onlardan biriydi. Biz artık sınıfta da bütün bunlarla birlikte, derslerimiz de iyi, arkadaşlara çok yardımcı oluyoruz ve arkadaşların da bizi çok sevdiği bir ortam oluştu. Yani öyle bir noktaya geldik ki bazı subaylar haricinde, meselâ bölük komutanları artık namaz kıldığımızı biliyorlardı. Arkadaşlar biliyorlardı, ama bize çok da muhabbetleri vardı. Çünkü biz yeri geldiğinde onların derslerine yardım ediyoruz, yeri geldiğinde onların işlerini görüyoruz. Hatta lise son sınıfta “Alay Teşkilâtı” diye bir teşkilât seçilirdi. Son sınıflardan oylama ile seçilir, ders ve disiplin durumu iyi olanlara oy verilir. “Alay teşkilâtı”na subay rütbeleri verilirdi. En üst rütbedeki yarbay olur, onun altındaki binbaşı, sonrası yüzbaşı ve teğmen kollukları takan yaklaşık 20 kişilik bir alay teşkilâtı ekibi bütün okulun sınıflarının başında amir konumunda onları yönetirler. Bu seçimde, bizim bahsettiğimiz bu 20 kişilik arkadaş grubundan 5’i o teşkilâta girdi. Ve bir çoğumuz da en fazla oyu alanlardandık. Kimimiz binbaşı kolluğu takıyor, kimimiz yüzbaşı kolluğu takıyorduk. Artık alt sınıflarda onların çok alışık olmadığı, onların sorunlarını çözmeye çalışan, onlara tepeden bakmayan, ezmeye çalışmayan, biraz daha insanî davranmaya çalışan ‘üst sınıfta okuyan öğrenciler’ oluşmuştu. Bu yapıdan dolayı çok severlerdi bizleri. Hâlâ da zaman zaman bir vesileyle bir araya geldiğimizde bahsederler. Öyle bir konuma geldik biz lise son sınıfa geldiğimizde ve artık bütün meselemiz Deniz Kuvvetleri içerisinde iyi bir konuma gelmek, bu meseleyi herkese anlatabilmek ve oradaki insanların uhrevî hayatlarının kurtulması endişesiydi. Yani artık biz kendi geleceğimiz, ondan sonra amiral olmamız falan bu gayelerle girdiğimiz yerde artık o süreçte tamamen Risâle-i Nurun verdiği bir bakış açısıyla insanların ahiretinin kurtulması ve özellikle o baştan bize çok kasvetli gelen ortamdan insanların kurtulması eksenli bir hayat tarzımız olmaya başladı. Bütün arkadaşlarım da böyleydi. Artık başımıza gelecek herhangi birşeyden de fazla bir korkumuz kalmadı. Artık haftasonları üç-dört yerde sohbetler düzenleniyordu.

Okuldaki durumunuz nasıldı. Arkadaşlarınızdan ya da komutanlarınızdan tepki aldığınız oluyor muydu?

Hayır, bölük komutanlarımız bizden çok memnun. Hatta babam eve risâle götürdüğümde çok şiddetli karşı çıkmıştı. İlk defa hazırlık sınıfındayken götürmüştüm risâleyi. Babam bu işe çok karşıydı. Ben de “Meyve Risâlesi”nin üstüne “Düşman Geliyor” diye bir kitabın kabını kaplayıp o şekilde götürmüştüm. Ben babam evde yokken okuyordum. Birgün ben abdest almaya giderken babam eve geldi ve gelir gelmez kitabı gördü, evirdi çevirdi. “Bunu sen nerden aldın?” diye sordu. Dedim “Yazıyor ya üzerinde, Deniz Lisesi Kütüphanesinin malıdır” diye. “Bu, Deniz Lisesinin malı falan değil. Hangi üçkâğıtçı, sahtekâr sana bunu verdiyse onlar senin geleceğini karartıyorlar” diye kızdı. Bize manevî güzellikleri yaşatan insanlara öyle bir lâf söylenmesi damarıma dokundu. Bu sefer ben de biraz karşılık verdim. Aramızda öyle bir çatışma oldu. Sonraki ilk izinde de ben bu sefer orada da artık ne kadar perde yırtılırsa iyidir diyerek Risâle-i Nur eserlerinden “Sözler”i çıkartıp masanın üzerine koydum, gizlimiz saklımız kalmadı. Ve artık izne 15 gün gittiysek 15 gün odada Risâle okuyordum. Tabi babam geliyor bakıyor… Biraz da endişe duyuyor çok üzerine gidersem problem olur diye. Fazla ilişmemeye başladı.

Bir gün bizim okuldaki bölük komutanımız evi aradı. Babam çıktı telefona. Bölük komutanımız bizim hakkımızda öyle güzel şeyler anlattı ki, okulu güreşte de temsil ediyor, derste de şöyle iyi, disiplin durumu böyle iyi, böyle bir evlât yetiştirdiğiniz için size teşekkür ediyorum falan… Tabiî babam çok mutlu oldu. Böyle bir tebriki hiç beklemiyordu. O başımıza iş gelecek diye düşünürken böyle güzel bir haber duymanın getirdiği bir rahatlık oldu. Ve ondan sonra biz biraz daha rahat ettik aile içerisinde. Neticede Deniz Harp Okulu 1’e geldik ve bütün meselemizi oturttuk. Okulla aramız iyi, komutanla aramız iyi, namazımızı oturttuğumuz sistemle kılıyoruz. Hatta namaz kıldığımız bölük komutanlarımız tarafından biliniyor.

“SEN NAMAZ KILMAK İÇİN KİMDEN İZİN ALDIN?”

Namaz kılarken yakalandığınız oldu mu?

Bir gün Harp Okulu birinci sınıftayken nöbetçi subayı geç geldi. Gelmeyecek diye ben namaz kılmaya başlamıştım. Nöbetçi komutan namazın bitmesini bekledi. “Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?” dedi. O dönemki bölük komutanımızın da haberi vardı, ben dedim ki “Bölük komutanımızın haberi var.” Bölük komutanı da Allah rahmet eylesin Nazmi Çeşmeci’ydi. Sonradan kurmay albay olmuştu. Bir hastalık vesilesiyle vefat etti. Kendisi pek dininde diyanetinde olmayan bir insandı, ama bizi çok severdi, namaz kıldığımızı da bildiği halde önümüzü açar, mümkün mertebe de gayretli, çalışkan talebeler diye bizi himaye etmeye çalışırdı. Nöbetçi subay, “Say bakalım Atatürk ilkelerini” dedi. Ben de normalde sabahtan akşama kadar Atatürk ilkelerini sayardım, ama o an sadece ikisi aklıma geldi. Ondan sonrasını sayamadım. İsmimi aldı, “Ben seni bölük komutanına bildireceğim, sana göstereceğim” diye tehdit etti. Neticede bölük komutanına bildirmiş. Tabi bölük komutanı da meseleyi çok ciddiye almadı, bizi tanıyan bir insan olduğu için. Bu süreç böyle devam etti. Hafta sonları gene risâle okuyoruz. Bu anlamda bizi bilen arkadaşların da sayısı arttı. Tabiî bir taraftan da risk artıyor. Biz güzel şeyler yapma noktasında bayağı iyi noktalara geldik.

CUMHURİYET KİTAP KULÜBÜNDEN, YENİ ASYA YAYINLARINI ALDIK

Ben Deniz Harp Okulu birinci sınıfında kitaplık koluna girdim. Biz dışarıdan Deniz Harp Okulu’nun kütüphanesine kitap getirtiyoruz. O dönemde yine bir astsubay ağabeyimiz kitaplık kolunda görev aldı. Ve zaman içerisinde öğrendim ki o da Risâle-i Nur’u okuyan birisiymiş. Böyle bir tevafuk, güzel bir hal oldu. Biz o dönem şöyle bir durumla da karşılaştık; Yeni Asya Yayınları, Cumhuriyet Kitap Kulübüyle anlaşma yapmıştı. Risâleler, Cumhuriyet Kitap Kulübü vesilesiyle dağıtılıyordu. Deniz Harp Okuluna girebilen iki gazete vardı, biri Cumhuriyet, biri Milliyet gazetesiydi. Öyle bir durum oldu ki, meselâ bir Risâle’nin Harp Okulu’na girmesi en tehlikeli maddenin içeri girmesi gibi anlaşılırken, Cumhuriyet gazetesinde sayfa sayfa Risâle-i Nur reklâmları yayınlanmaya başladı. Böylece öğrencilerin dinlendiği mekânlarda Cumhuriyet gazetesi ve onun arkasında koca bir sayfa risâle reklâmları… Ve o vesileyle Yeni Asya Yayınlarının tamamı da “Cumhuriyet Kitap Kulübü” vasıtasıyla dağıtılıyordu. Biz Cumhuriyet Kitap Kulübü vesilesiyle pek çok dinî eseri okul kütüphanesine getirttik. İlim teknik serileri, tarih serileri, romanlar vs. Külliyat dışındaki hemen hemen bütün Yeni Asya Yayınları Deniz Harp Okulu’nun kütüphanesinde satılır duruma geldi. Kitaplık kolu başkanı olan yüzbaşı da tamamen bu işlerin aleyhinde bir insandı. Yani insanî özellikleri de çok bozuk olan, müstehcen meselelerden bahsetmekten zevk alan, talebelerle oturup hep bu tip meseleleri konuşan çokça zaafları olan bir insan… Ama buna rağmen o astsubay ve biz oraya faydalı kitapları ulaştırmış olduk. Birgün yine böyle bir akşam vakti, ben cebimde taşıdığım naylon seccade ile akşam namazını kılacağım. O gün de nöbetçi subay bahsettiğim kitaplık kolundaki subaydı. Hemen amfinin önünde bir yer var, orada namaz kılacağız. Bir anda o nöbetçi subay oraya girdi. Ben de namaza durmuştum, onun girdiğini anlayınca çok sür’atli bir şekilde -şimdi burada dedim namaz kıldığımı öğrenirse kitaplık koluyla ilgili bir sorgulama süreci başlar, ondan sonra da bu güzel faaliyet sekteye uğrar düşüncesiyle- namazımı bozdum ve saklandım. O geldi elimde naylon seccade ile beni gördü. Benim için çok aciz bir vaziyet… Daha sonra biz çok sorgular yaşadık, çok sıkıntılı günler geçti, ama benim hatırladığım en sıkıntı verici ve kendimle ilgili acı hissettiğim tablo odur. Böyle bir insanın karşısında Cenâb-ı Hakk’ın huzurundan çıkma duygusu çok da pişmanlık duyduğum birşeydir. “Keşke yapmasaydım” dediğim belki de o var bütün geldiğimiz süreçlerde. Orada belki namaza da hürmet etmemenin verdiği şeyle tam aksi mânâda tokat yedik. Kitaplık kolundan bizi bir vesileyle çıkardılar. Yeni Asya Yayınları’nın Cumhuriyet Kitap Kulübü vasıtasıyla kütüphaneye girmesini engellediler. Ve bizim o faaliyetlerimiz bir şekilde sekteye uğramış oldu. Fakat olay çok da büyümedi. Yine biz hafta sonları ders faaliyetlerine devam ettik.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*