Sevgili Üstadıma tahassür

Ne çabuk geçti yıllar… Anî esen rüzgârlara mı, yoksa sarp kayalardan kaynayarak, vadilere doğru koşan çaylara mı benzetsem geçen seneleri… Hani, dünkü gün gibi, derler ya… Halbuki firakınla kavrulalı neredeyse yarım asır olmuş. Ayrılık yarası o kadar taze ki… Henüz yeni açılmış gibi… Taze taze kanıyor, her gün… İltiyamını beklerken ayrılık yaralarının, ıztıraplarımız şiddetle artıyor… Hele senin bahsin geçince, söz konusu sen olunca sükûnet dağlara kaçıyor, her dem cismimiz heyecan ve helecanlar içinde kıvranıyor Üstadım…

Bu mektubu, aşıkların vuslat yâdıyla hıçkırıklara boğulduğu bir gecede yazıyoruz… Sana olan iştiyâkın aşka dönüştüğü bir gecede… Hani vatanından koparılırken Vanlıların, Emirdağ’ına giderken Denizlililerin buğulu bakışlarla seni ardın sıra izledikleri zamanlara benzeyen bir gecede… Veya Denizli garında, otobüsün penceresinden pervanelerine bakıyordun ya… Birisi gözyaşlarını senden kaçırmaya çalışıyordu. Elindeki mektubu bir beyaz kelebek gibi kucağına bırakmıştı, bakışlarından kaçarak… Ve yeni bir gurbetin doğuşunda mektubu açmıştın. Yol boyu, tâ Emirdağ’ına kadar süzülmüştü yaşlar yanağından… İşte o anlara benzeyen bir demde, canım Üstadım, gecelerimiz belki de binlerce Feyzi’nin tahassürüyle yüklü… Rüzgârlar deşifre edilebilseydi, hıçkırıkları tek tek duyacaktın. Senden maddeten ayrı kaldığımız zamanlar uzadıkça, sana özlemimiz öyle artıyor ki…

Seni çok özledik. Bir kez dahi olsa gelemez misin? Vürudunla firak ateşinin söneceğinden öyle eminiz ki Üstadım… Ufkumuzda hafifçe görünsen ve bize bir el etsen… İstersen yalnızca gelme… Hasretini bestelediğin Abdurrahman’ınla gel! İstikàmet şehidi Asım’ınla… Bize “dosdoğruluğu” yeniden göstersin… Hayatımızın pahasına… Sonra Nur fabrikasının sahibini, müdebbirini… İslâmköy’den Karadağ’a hangi telefonla seninle konuştuğunu bize göstersin… Zindanda yarım bıraktığı Nurlarını tamamlasın aziz şehid… Denizli kabristanındaki kuşlar, hâlâ onun sekerattaki “hû hû!”larını taganniyle meşguller… Hasan Feyzi’siz olur mu ki Üstadım? Kasideleriyle cûş u hurûşa getirsin bizi:

Boyun balâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni Leylâ!
Sözün ferşte, gözün arşta, gönül meftun sana câna!
Derken, birden ayrılığın en yakıcı mersiyesini sunsun sana:
Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak

Olsun, acılarla, tatlılarla gel… Münâcâtlarına hasret koca çınar, her gece dallarında seni bekler… Mırıldanır, senden duyduklarını… Hafız Ahmetlerin, Şamlıların, Milaslıların ve Tahirî’nle gel… Donmuş dünyalarımıza bahar seninle gelecek… Bize doğru attığın her adımla her yerin gülşene döndüğünü, sevdiğin gül-ü Muhammedî’lerle çevrenin süslendiğini ve Muhammedî rayihalarla sermest olduğumuzu görmeye gelmez misin? Hulusilerin, İlemalı ve Konyalı Sabrilerin, Abdullah Çavuşların, Hüsrevlerin ve Lütfülerinle gel… İster Eflanî’ye, ister İnebolu’ya, istersen Kuleönü veya Sav’a gel… Sana müştak ve seni bekleyen binlerceyi göreceksin Üstadım.

Aramızdaki maddî varlığınla cihanşümul hücumlara karşı bize paratöner olduğunu söylemiştin de, anlayamamıştık… Ahirzamanla ilgili söylediklerinin dehşetini yaşıyoruz. Belki de Ahirzaman mücadelesinin en ateşli ânını… Mütecaviz dinsizlik Anadolu nifakıyla ittifaka geçti. Şarapnellerin birisi Atlas ötesine, diğeri Enbiya beşiğine düşüyor. Harb-i Umumîdeki milletlerin seferberliğini çoktan geçti seferberliklerimiz… Âlem-i İslâm’a düşen ateşler Doğu ve Batıyı ayağa kaldırmış… Bildiğin gibi ihtiyar dünyanın da canı burnuna gelmiş…

Belki de görünmeden aramıza teşrif ediyorsundur… Hal-i pürmelâlimizi görüp görüp üzülüyorsundur. Bazen hanelerimizi şereflendirmediğin ne malûm… Camekânlı dolaplarda mutenâ yerlerdeki Risâlelerine sevinirken, gözün evimizin en cazip köşesine kurulmuş sihirli kutulara takılır. Ekranların manyetizmine yakalanmış ev halkını görünce önce şaşırıyorsundur. Aile boyu zamanın müfsit aletleriyle hipnotize olmuş ve derin uykulara daldırılmış halimizi görünce de ağlıyorsundur, ey şefkat kahramanı!… Ey ism-i Rahîmin mazharı… Bizi gafletimizle başbaşa bırakır mısın? Rabbimizin izniyle yeniden gel evlerimize ve kurul baş köşemize… Göreceksin ki o zaman ne sihir, ne manyetizma ve ne de hipnotizma kalmayacak evlerimizde.

Firkatinde zar u efgan olduğumuz Üstadım, senden sonra zaman o kadar sür’at peyda etti ki… Top güllesine benzettiğin dünyamız, hedefine sanki düşmek üzere… O sür’atle her şey birbirine girdi. Bir aycık zamanda yılları yaşadığımız oluyor. Sen dememiş miydin bize, “serîüsseyir zamane çocuğu”…

Zamane çocuğunun etrafını dahiyeler, tufanlar, zelzeleler ve kasırgalar sardı… Ölümün soğuk nefesini hissedemeden ekranların karşısından yataklarına uzananlar, yorgun bitkin duygularla sabahlıyorlar bugün… Nasıl izah edeyim ki? Her şey karmakarışık. Neyi düşüneceğimizi, nasıl yaşayacağımızı ve şu derin ıztıraplarımızı nelerle teskin edebileceğimizi tekrar bize anlatırsın… Tamam yazdın… Gel gör ki, zamane hadiseleri bizimle kitaplarının arasına giriyor… İman hakikatlerini yudumlamamıza fırsat vermiyor… N’olur yine gel… Bizimle, bizi beyebanlara uçuran dünyevî kasırgalar arasına mübârek elini koy… İnanıyoruz ki; sekînet işte o zaman başlayacak bizde… Kevgire dönmüş, yıkık dökük bir saray kalıntısındaki dünyamızda bütün dehlizler, menfezler ve pencereler boşluklara o kadar açık ki üşüyoruz… Dimağımız donuyor. Efkârımız alabora! N’olur gel… Elindeki nurlarla ısınacağımızdan ve zemherir ürpertilerden kurtulacağımızdan o kadar eminiz ki… Sana olan hasretimizi; ne tahassür, ne özlem ve ne de iştiyak ifade edemiyor… Seraser muhtacın kesilmişiz… Seni bekliyoruz, sevgili Üstadımız.

Bize bıraktığın tesbihat hatıranda, sabah akşam şerrinden Allah’a sığındığın Deccaliyet, dünyayı sadmeleriyle sarsıyor. Avrupa’daki son saldırısı İkinci Cihan Harbinden de dehşetli… Bombaların harab ettiği şehirler tamir oldu ama, bu tahrip fikirlerde başlayıp ruhlara sirayet ettiğinden, bedenleri zakkum acısıyla kıvrandırıyor. Mesih’in (a.s.) ordusunu püskürten ispritizmacı başlar, dinsizliğin birinci kuvvetiyle ittifaka geçtiler. Bekleyiş içindeki İsevî âleme maalesef İslâm âlemi hâlâ bîgâne… Senin sesini bekliyorlarmış. “Haydi ileri!” emrini… Eskişehir, Denizli, Afyon ve İstanbul’da hedefi gösteren şehadet parmağını… Bakışlarınla, gürleyişinle bekliyorlar muazzez Üstadım…

Nifak hareketinin, bakışlarımızı yeniden, gösterdiğin hedeflerden kopardığını ve hatta bazılarımızın anî kasırgalarla siperlerinden uçtuğunu elbette duydun. O kadar derinden ve dehşetlice geliyor ki zındıka, farkına varamadık. Ama bir bakışınla, omuzlarımıza hafiften dokunuşunla tekrar kendimize geleceğimize inanıyoruz. Yeter ki bir kez de olsa gel ve dokun… Elinle olmasa, bari bakışlarınla dokun bize… Düşmanın daireyi iyice daralttığını biliyorsun… Hiç beklenmedik stratejilerle en mahrem mekânlarımıza girdi. Yeterince Nur Risâlelerini okuduğumuzu söyleyemeyiz… Hulusi’den, Sabri’den, Rüştü, Refet’ten tâ Zübeyir ve Sungurlara kadar gönderdiğin mektuplarını, Kur’ânî stratejilerini tam okuyamadık canım Üstadım… Merkad-i re’sin olan Şarktaki fitneyi bir asır önceden ikaz ile haber vermiştin. Tedbirini alamadık… Kapılarımızı Ye’cüc ve Me’cüc tuttu… Şimal cereyanını hep Kuzeyden bekledik, Şarktan ve hatta kıblegâhımızdan da hücum edeceklerini hesap edemedik, aldandık. Şark yine senin Şarkın… Mevsim bahara dönüyor… Yeniden gel yaylalarımıza… Sözden anlamayan bizlere Münâzarâtını şerhet! Eski Said, Yeni Said ve Zübeyir’li günlerinle gel!…

Dert ve ıztıraplarımızla seni üzüyoruz Üstadım. Kusurumuzu affet! Ancak seninle ve elindeki nurlarınla çıkış arıyoruz şu labirentlerden… Fakat seni sevindirecek şeylerimiz de var… Ey asrın müceddidi! Hani nurların neşir günlerinde, Emirdağ’da ağabeylerle dolu dizgin koşuşturduğun zamanlarda Mekke’den bir adres vermiştin ya. Nurların Hacer’ül Esved’de, Ravza-yı Mutahhara’daki kabulünü anlatmıştın. Nurlar yerlerine ulaştı Üstadım. Âl-i Beyt, Haremeyn-i Şerîfeyn’de nurların neşir vazifesini üstlendi. Şam-ı Şerif’ten Halep ve Mısır’a kadar Medresetü’z Zehra’nın şubeleri açıldı. Âlem-i İslâm içinde ve İsevî kıt’alarda nurlar sür’atle yayılıyor. Mucizat-ı Ahmediye her gün kuş cıvıltıları arasında okunuyor Ravza’da… Hüve Nüktesinde tarif ettiğin hava zerrelerine binen nurlar, harika tellerin uçlarına tutunarak bütün dünyayı dolaşıyor ve muhtaçlarına en çaresiz demlerinde O’nun izniyle ulaşıyorlar. Senin Medrese-i Zehra’n olan Isparta, İnebolu, Urfa ve İstanbul gibi şubelerini görmedikleri halde; Kapstadt’ta, Kuala Lumpur, Darulbeyda ve Cezayir gibi dünyanın altı kıt’ası ve yedi ikliminde aynı sistemde medreselerin açılıyor.

Aramıza döndüğünde seni sevindirecek çok şeylerin olduğuna eminiz. İsevî ruhanîlerin, söylediklerini nasıl tek tek kabul ettiklerini, “Muvasala” çizgisinde Risâle-i Nur’u tasdiklerini, hatta onların bizi; emansız, amansız ve tahribatçı Deccaliyete karşı ittifaka davet ettiklerini görsen, sevineceksin Üstadım…

Biliyoruz… Sen görüyor ve seviniyorsundur da, biz seni göremiyoruz. Tahassürün harîk bir nağmeye döndüğü şu demimizde iştiyakımızı gideremiyoruz… Verdiğimiz sözlerde durmadığımızı ve en ehemmiyetli vazifelerimizde tembellik ve korkaklıkta bulunduğumuzu biliyoruz… Anlaşılıyor ki, yakazalarımıza dargınsın… Öyle ise canım Üstadım, bari rüyalarımıza gel… N’olur… O kadar özledik ki…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*