Seyyidlik perdelendi; Mehdi, zaten perdeli

Bedesten

Vefatının yıldönümü münasebetiyle, Türkiye’nin ve dünyanın hemen her yerinde takdirle yâdedilen Bediüzzaman Hazretleri’ni biz de hürmetle ve rahmetle yâdediyoruz.

Başka kimseler arasında olduğu kadar, Nur Risâlelerini okuyanlar arasında da en konuşulan, yer yer tartışma sebebi olan meselelerden biri de, hiç şüphesiz “Bediüzzaman Said Nursî’nin Seyyidliği ve Mehdiliği” hususudur.

Seyyidlik, zamanımızda büyük ölçüde perdelendi. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Nakibüleşrâf tarafından kayıtları titizlikle tutulan ve takip edilen Seyyidler, bilâhare takip edilemez ve kayıt altına alınamaz bir vaziyete girdi.

Öyle ki, günümüz itibariyle adeta “Levh-i Mahfuz” açılsa, kimin nereden geldiği, kimin hangi nesebe ait olduğu ancak vüzuha kavuşur.

Seyyidlik bu derece perdelenmiş iken, Mehdilik meselesi ise, öncelikle 24. Söz’ün 3. Dal’ında gayet net bir şekilde izah ve ifade edildiği gibi, zaten perdelidir ve öyle olması iktiza eder: Bilhassa, bir dâr-ı tecrübe olan şu dünyada cârî olan “sırr-ı teklif ve imtihan”ın zayi olmaması bakımından…

Bu durumda, yapılacak her türlü çalışma, ortaya konacak her türlü fikir ve yorum, o “sırr-ı teklif ve imtihan” çerçevesinde tutulması icap eder. Nitekim, bizim burada sıralayacağımız deliller, ifadeler ve izahlar da aynı çerçevenin sınırları dahilinde addedilmesi gerekir.

İşte, bu hassasiyet ve nezâket sebebiyle, fazla bir yoruma gitmeden, aktaracaklarımız, yine Üstad Bediüzzaman’ın ifadelerine ve Risâle-i Nur eksenli bilgilere istinaden yazılan veya şahitler tarafından nakledilen hatıralardan ibaret bir nevi “derleme” mahiyetinde olacak.

Bir başka nokta: Bahsini ettiğimiz Seyyidlik ve Mehdilik, münakaşa sûretinde veya “alâmelei’n-nâs” bir tazda anlatılacak bir mesele değildir.

Umuma açık platformlarda bu meseleyi tartışmanın faydası değil, zararı var. Meselâ: Ehl-i din ve diyaneti itiraza, ehl-i dünya ve siyaseti ise taarruza sevk etmesi gibi…

Bu hatırlatmaladan sonra, şimdi asıl sadede dönüyoruz. (NOT: Sayfa numarası verilen Risâleler, arkası lûgatçeli eski tanzim nüshalardır.)

Mehdi, Âl-i Beyt’ten olacak

Âl-i Beyt’e muhabbetin, Risâle-i Nur’da ve Nur Talebelerinin mesleğinde bir esas olduğunu ifade eden Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinde bu vazgeçilmez esasın, ayrıca kudsî bazı gerekçelerini zikreder. (Emirdağ Lâhikası, s. 177)

Keza, 4. Lem’a’da (s. 27) nakledilen bir hadis-i şerif meâline göre, Hz. Peygamber (asm) buyurmuş ki: “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz (bağlansanız), necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” (Müsned, 3:14)

Risâle-i Nur’da “Âli Beyt muhabbeti”ne dair zikredilen kudsî dayanaklardan bir diğeri şu âyet-i kerîmedir (meâlen): “Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.” (Şûrâ Sûresi: 23.)

Evet, muhtelif eserlerinde Âl-i Beyt’e muhabbetin mesleğinin esaslarından biri olduğunu beyan eden ve bu kudsî hakikati talebelerine de ders veren Üstad Bediüzzaman’ın, bizim kanaatimize göre kendisi de hem mânen, hem neseben Âl-i Beyt-i Nebevîdendir. Yani, “evlâd-ı Resûl”dendir. Üstelik, hem Seyyid, hem de Şeriftir.

Bununla beraber, herkesin, hatta Risâleleri okuyanların tamamının da aynı fikir ve kanaatte olmasını beklemiyoruz. Fikir ehli, bu konuda hürdür ve herkes kendi derecesine göre bir imtihana tâbidir.

Bu hususun daha geniş izahını daha sonraya bırakarak, öncelikle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Âl-i Beyt’e, yani kendi neslinden olanlara neden “muhabbet ve meveddet” gösterilmesi tavsiyesinde bulunduğunun hikmetini anlamaya çalışalım.

Nurânî, mübarek şecere

Yine Risâle-i Nur’daki ilgili bahisleri mütalâa ederek anlıyoruz ki, Resûl-i Ekrem (asm) istikbâli keşfeden nazarıyla bakmış ve görmüş ki, onun Âl-i Beyti, İslâm âlemi içinde mübarek bir nuranî ağaç hükmüne geçecek.

Ayrıca görmüş ki, bütün asırlarda bütün ümmete kemâlât dersi verecek, insanlığa rehberlik edecek ve mürşidlik vazifesini görecek olan nuranî zatlar da, mutlak ekseriyetle Âl-i Beytten çıkacak. İşte, Zeynelabidin, Câfer-i Sâdık, Gavs-ı Geylânî, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid İdris, Seyyid Yahyâ… gibi zâtların tamamı bu mübarek nesildendir.

Elbette ki, böyle nuranî bir nesle hürmet ve muhabbet etmek esastır, lâzım ve elzemdir.

Hz. Peygamberin (asm) Al-i Beytine muhabbet gösterilmesini istemesindeki asıl muradı ise, hiç şüphesiz onun “Sünnet-i Seniyyesi”dir.

Dolayısıyla, “Sünnet-i Seniyyeye uymayanlar, Al-i Beyt’ten olmadığı gibi, Al-i Beyt’e hakikî dost dahi olamazlar.” (Lem’alar, s. 28.)

Mevzuya dair bir iktibasla devam edelim: “Bu dünya tecrübe ve imtihan meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyârı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas-ı âhirzaman, hattâ o müthiş Deccâl dahi, çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccâl olduğunu bilmez. Belki nur-u imânın dikkatiyle, o eşhâs-ı âhirzaman tanınabilir.” (24. Söz, 3. Dal)
İki türlü Âl-i Beyt var

Bu hususta, bize yol gösterecek Bediüzzaman Hazretleri’nin şöyle bir beyanı var: “…Kat’iyen bil ki, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın iki Âl’i var. Biri, nesebî Âl’dir; biri de şahs-ı mânevisi ve nuranîsinin Risâlet noktasındaki Âl’i var.” (Dokuzuncu Lem’â.)

Buna benzer izahlara, daha başka eserlerde de rastlamak mümkün.

Netice itibariyle şunu söylemek mümkün: Hz. Peygamber’e (asm) neslen ve neseben bağlananlar “birinci Âl”den; O’nun (asm) Sünnet-i Seniyyesine uyanlar ise “ikinci Âl”den sayılırlar.

Bu ikinci kategoriye girenler, ayrıca “mânen seyyid” şeklinde vasıflandırılabilirler.

Üstad Bediüzzaman hem mânen, hem de neslen seyyid ve Âl-i Beyt-i Nebevi’den olduğuna işaret eden delilleri ise, bir değil, birçoktur. Ancak, şu var ki, bu deliller Risâle-i Nur’da—bir hikmete binâen—büyük ölçüde perdelenmiştir.

Bu perdeler kısmen olsun aralanmaya çalışıldığında ise, onun hakikaten hem mânen, hem de neseben Âl-i Beyt’ten olduğuna dair fikir ve kanaatler kuvvet kazanmaktadır.

Seyyidler her yerde

Pek mühim bir hikmete binaen kendi Seyyidliğini gizlemeye, perdelemeye çalışan Bediüzzaman Hazretleri, dünyanın hemen her tarafına yayılmış olan Seyyidleri “nuranî ve mübarek bir nesil” tâbirleriyle târif ediyor.

Bu tarife göre, seyyidler her milletin, her kavmin içinde bulunabilir demektir.

İşte, muhtelif risâlelerde bu hususlarla ilgili Üstad Bediüzzaman’ın bazı ifadeleri:

“Bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. …Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor.” (29. Mektup, Beşinci İşaret.)

“Âl-i Beyt (seyyidler), âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesidir.” (19. Mektup, 4. Esas.)

“Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt’in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.” (5. Şuâ, 9. Mesele.)

“Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli, şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir.” (29. Mektup, 5. İşaret.)

* * *

Yazımızın bir önceki bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, esasen Bediüzzaman Said Nursî’nin kendisi de böyle bir “nesl-i mübarek”e mensup olduğu kanaatindeyiz.

Mevzuyla alâkalı olarak, Risâle-i Nur’daki muhtelif parçalar birleştirildiğinde, hakikat-i hâlin bu merkezde olduğunu görmek mümkün.

Evet, zahirî tarih nazarında Kürt unsurundan olan Üstad Bediüzzaman, hakikat nazarında ise hem Seyyid, hem de Şeriftir. Yani, anne tarafından Hasenî, baba tarafından Hüseynîdir.

Çoğu zaman gizlemeye çalıştığı bu mensubiyet yönünü—lüzûmuna binaen—bazı şahıslara söylemek ve onlara meseleyi izah etmekten de imtina etmemiştir.

Meselâ, bu zatlardan ikisi şunlardır: Biri, Emirdağlı Osman Çalışkan, diğeri ise Seyyid Salih Özcan’dır.

Bu iki önemli şahsın, gerek sözlü ve gerekse yazılı hatıralarından açıkça öğrenmekteyiz ki, Üstad Bediüzzaman onlara neseben de hem seyyid, de şerif olduğunu beyan etmiştir. (Bkz: Son Şahitler, ilgili şahıslar bölümü.)

Risale-i Nur’da Seyyidlik işaretleri

Üstad Bediüzzaman’ın Âl-i Beyt’ten, yani Seyyid ve Şerif olduğunu sadece hatıralardan değil, Risâle-i Nur’daki muhtelif bahislerden de okuyup öğrenebiliyoruz. Aşağıda, bu bahislerden birkaç misâl verelim.

* * *

Yeni Asya Neşriyat’a ait son baskı Lem’âlar isimli eserin Yirmi İkinci Lem’â’nın sonunda “Büyük Ruhlu Küçük Ali”nin imzasıyla yer alan mektubun hülâsası şöyledir:

“İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, (‘Eminnî mine’l-fecet/Kurtar, emân ve emniyet ver’ ve ‘Lâ tehşâ/Çekinme, korkma’) gibi kerâmetli kelimeleriyle, bizlerin hapisten, mahkemeden kurtulacağını hârika bir tarzda izhâr ediyor.

“Çünkü, evlâdından olan Gavs-ı Geylânî (ra), kendi omzunda Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kademini (ayak izini) gördüğü gibi, evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit, verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış.

“Hususan, Risâle-i Nur müellifi zamanın Abdülkadir’i Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne, sâir evliyaya muhalif olarak müphem değil, sârihan haber vermesi, bizce birinci Âl’den olduğu kat’idir.

“Gerçi, Üstadımız mahkemede ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beytten olduğunu onlara ispat etti. Fakat, maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için, kendi şahsını azlediyor; Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risâle-i Nur’u gösteriyor.”

Kuleönü’lü Küçük Ali, bu mektubunda Üstad Bediüzzaman’ın “birinci Âl’den olduğu kat’idir” demesiyle, onun tıpkı Şâh-ı Geylânî gibi neseben Hz. Ali’ye dayandığı ve “evlâd-ı Resûl” olduğunu tereddütsüz şekilde ifade etmiş oluyor.

* * *

Gerek Nur Âleminin Bir Anahtarı ve gerekse Emirdağ Lâhikası isimli eserlerinde yer alan çok mühim bir mektubunda şu ifadeleri kullanıyor, Üstad Bediüzzaman: “Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının zekât, sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının hikmeti…” (Emirdağ Lâhikası, s. 313)

Zekât ve sadaka gibi makbul yardımlar, seyyid olan kimselere yapılmaz. Seyyidler de böylesi yardımları almaz ve alamazlar. Ne var ki, Üstad Bediüzzaman’a zekât ve sadaka ile yardımda bulunmak isteyenler, onun Seyyid olduğunu bilmiyorlardı. Kendisi de bu gerçeği çoğu zaman açıklamaz, gizli tutardı.

İşte, bu tür yardımları almayan ve alamayan Üstad Bediüzzaman, bu tavrının, yani “almadığının” hikmetini kısmen izah ediyor; “alamadığının” hikmetini ise, düşüncemize havale ediyor.

* * *

Denizli kahramanı Hasan Feyzi Efendi, Üstad Bediüzzaman’ın zahiren Kürt olmakla beraber, hakikatte seyyid ve şerif olduğuna dair fikir ve itikadını, Lâhika’ya giren bir mektubunda şu sözlerle ifade ediyor:

“Ona (Bediüzzaman’a) ‘Kürdî’ denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (ra) görülen ‘Yâ müdrike’ kelimesinin hazf ve kalbiyle (tersinden ve düzünden iki mânâ: Ey Kürt ve ey idrak eden) ‘Kürt’ imâ ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerafet ve siyadetten (şerif ve seyyid olmaktan) tenzil ve teb’idini (düşürme ve uzaklaştırmayı) icap ettirmez.

“Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 75)

Hasan Feyzi, aynı mektubun devamında, Türk milletinin Üstad Bediüzzaman’ı bu kadar çok sevmesinin sırr-ı hikmetini, onun evlâd-ı Resûl olduğunun mânen ve ruhen keşfedilmiş olmasına bağlıyor.

* * *

Milaslı Halil İbrahim, Üstadına hitaben şöyle diyor: “Muhterem efendim. Mesmuatıma nazaran (duyduğuma göre), Denizli de, bundan yetmiş seksen sene evvel (1877-78 yılları) büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine, ‘Bugün Kürdistan’da bir evliya dünyaya geldi’ diye beşarette bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş.” (Emirdağ Lâhikası, s. 172)

İnsanlar dünyaya geldiklerinde değil, daha sonraları âlim veya evliya olur. Bu gerçeğe binaen, Üstad Bediüzzaman’ın şahsiyetiyle alâkalı yukarıdaki ‘Bugün bir evliya dünyaya geldi’ şeklindeki sözün de, tıpkı diğer benzerleri gibi “perdeli” olabileceğini düşünerek, perde arkasını merak ettik. Bu merak saikasıyla 1997’de Denizli’ye gittik ve orada merhum Beylerbeyli Süleyman Hünkâr’la görüştük. O da, bu sözün hakikaten perdelenerek Lâhika’ya alındığını ve doğrusunun o gün dünyaya gelen Üstad Bediüzzaman’ın Âl-i Beyt’ten, yani evlâd-ı Resûl olduğunu açıkça bildirdiğini söyledi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*