Şike ve şiddetin olduğu futbolla işimiz olmamalı!

Zamanın sür’atle geçtiği ve kabre doğru hızla giden insanoğlunun yapacağı bir çok lüzumlu işler varken, maalesef birtakım lüzumsuz şeylerin peşine takıldığını görebiliyoruz.

Sporun bir çok sahası varken, “spor” denilince herkesin aklına hemen futbolun gelmesi, sporla futbolun eşdeğer tutulması ne kadar garip bir durum değil mi? Devlet dairelerinde çalışanlardan, bir zamanlar “spor parası” adı altında futbol takımlarına zorla maaşlarından para kesilirdi. İşte ben de böyle bir yerde çalışırken, baktım ki, güreş takımındaki elemanlar daire kantininden büyük tenekede zeytinyağı alıyorlar. “Ne yapacaksınız bunu?” dedim. “Efendim, yağlı güreş için kullanıyoruz” dediler ve peşinden kantinciye kendi aralarında para toplayıp verdiler. O zaman şaşırarak, “Kendi cebinizden mi veriyorsunuz parasını?” dedim. “Evet” dediler. “Olmaz öyle şey yahu!” deyip, onları da alıp, dairenin müdür muâvininin yanına götürdüm. “Yahu, böyle böyle bir iş var, hayırdır, hem personelden spor parası diye para topluyorsunuz, hem de sadece o parayı futbolculara kullanıyorsunuz her halde. Yani güreş, spor değil mi? Eğer böyle yapacaksanız, benden spor parası kesmeyin” dedim. O da baktı ki olmuyor, talimat verip güreşçilerin parasını iâde ettirip, onlara da spor tahsisatından ödeme yapılmasını söyledi.

Güreş, yüzme, ata binme vs. gibi bize ait sporlar bir tarafa bırakılarak; kafaların, beyinlerin aşırı derecede meşgul edildiği, uyuşturulduğu futbolla sadece yatıp kalkmak hiç de iyi bir şey değil. Aslında gelişmemiş memleketlerde daha çok revaçta olan bu hastalık, gelişmiş memleketlerde fazlaca rağbette değildir. Meselâ ABD’den bir çok haber duyuyoruz. Fakat, futbol ile alâkalı fazlaca bir şey duyulmuyor hiç.

Bir doktor arkadaşımız İspanya’ya gitmişti. Orada anlatmışlar, oranın yıllardır iş başında olan despot lideri Franko’nun yıllarca milleti futbolla uyuttuğunu söyleyerek, “Adam öyle tezgâh kurdu ki, millet futbola o kadar hasta oldu ki, Real Madrid diye bir takım kuruldu, onunla yatıp kalktı herkes. Pazar gün yapılacak maçın kritiği taa Perşembe gününden başlar, maç gününe kadar devam eder, Pazartesi’den sonra da Çarşamba’ya kadar maç sonuçları konuşulur, dolayısıyla kafalar hep onunla meşgul olur Franko da bu şekilde diktatörlüğünü devam ettirir gider” demişti.
Evet, maalesef bir avuç kişi bundan maddî menfaat sağlıyor, milyonlar da peşine takılarak, hem mallarını, hem canlarını vesâireyi heder edip gidiyorlar. Kendilerine pek faydası da olmayan bu hastalık, zaman zaman şike ve şiddet gibi menfîliklerle de bir araya gelip, memleketi de lüzumsuz yere meşgul ediyor.

Allah’a şükür biz, futbolun hastalık şeklini almış bu kısmına öyle fazlaca bulaşmadık. Çocukken, büyük akrabalarımız bize para vs. verip, üç büyük takım arasında gezdirirlerdi. Yaşımız büyümeye başlayınca bunun kendimize çok da faydasının olmadığını anlayıp, hiç alâkadar olmadık. Hatta sizlere şunu söyleyeyim; 60’lı yılların ortasında ağabeyim ve iki-üç arkadaşı beraberce, Ankara 19 Mayıs Stadyumunun maratonunun büfesini işletiyorlardı. Biz de aynı akran olan ağabeylerimizin kardeşleri iki-üç arkadaş, maçlar hafta sonları olduğu için yardım ederdik. Sosis ekmek, kola, çikolata vs. satardık. Ama, inanın maçlara dönüp de bakma ihtiyacı hissetmiyorduk. Bir seferinde hiç unutmuyorum, bir millî maç için meşhur futbolcu Pele gelmişti; herkes birbirini yiyor, bir gün önceden yatak yorganını getirip, stadyumda yatarken, biz o maça da dönüp bakmamıştık.
Bununla alâkalı çok şeyler yazılıp söylenir, ama yazdıkça da uzar gider bu mesele. Hâsılı; lüzumsuz şeylerle, lüzumlu vaktimizi öldürmemeliyiz, diye düşünüyorum…

Bu mevzu ile alâkalı olarak, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu muazzam ifadeleriyle son verelim yazımıza:

“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye (ebedî hayat) burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın (dünya misafirhanesinin) gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri (idare edicisi) var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem ‘Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’aha – Allah bir kimseye gücünün yettiğinden başka sorumluluk yüklemez (Bakara: 286)’ sırrınca teklif-i mâlâyutak (gücümüzün yetmeyeceği şeyle imtihan olunmak) yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır (tercih edilir). Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini (ahiret hayatını) hayat-ı dünyeviye (dünya hayatı) için bozmasın, mâlâyâni (lüzumsuz, boş) şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*