Şimdi kim bilir neler anlatır sana ölüm…

Öldün işte…
Şimdi kim bilir neler anlatır sana ölüm…

Öyle ya, eninde sonunda başına gelecek hallerden birinin de bu olacağını yaşarken hiç düşünmedin. “Yedi milyar insan varken, yeryüzünde bunca insan arasında sıra bana mı gelir, beni mi bulur bu ölüm?” dedin, “Ninem 80’inde, babam 73’ünde öldüğüne göre, bana daha epey zaman var.” dedin. Her insanın ölebilecek yaşta olduğunu bildiğin hâlde, bunu bir türlü nefsine kabul ettiremedin. Hangi yaşta olursan ol, vâden dolduğunda bir gün kapının çalacağını hiç, ama hiç düşünmedin. Geleceğe yatırım yaparken, ömrünün sayılı günlerini o en büyük gelecek olan ahiret için hiçbir şey yapmadan geçirdin. Yapılması gerekenleri hep yarına, sonraya erteledin.

Oysa bu bir tuzaktı. Sana dost gözüken nefsin ve onun işbirlikçisi şeytanın milyarlarca insana yutturduğu ve başarılı da olduğu bir tuzaktı bu. Ölüm, bizim kurguladığımız bir zaman diliminde gelecek diye bir şey yoktu. Sadece ona hazır olmak vardı. Bunu bildiğin halde hazırlanmadın. Erteleyip durdun yapılması gerekenleri. Sana sıra gelmez zannettin. Yarınlar, bir bir dün oldu. Bugün bir yarının içinde sen de öldün işte. Geldi, buldu işte seni elindeki adresle postacı gibi. Hadi bakalım, direnseydin, “biraz sonra” deseydin, mazeretler ileri sürseydin kabul edilmeyeceğini bile bile… Kaçtın hayatının bu en yüce gerçeğinden. Hiç aklına geldi mi? Yûnus gibi:

“Yâ Rab n’ola halim, kabre vardığım gece
Eyi olmazsa amelim, kabre vardığım gece” dedin mi hiç yaşarken?

Şimdi kim bilir ne hâldesin toprağın altında…
Bedenin orada, ruhun kim bilir nerede, ne halde…

Yanı başında bir tohum baharı bekliyor. Sen neyi bekliyorsun? Sen orada tek başına… Ey bir zamanlar hayatın kahramanı… Ey şimdi ölümün adamı… Ey “ölüm yok” diyen, ölümü uzaklarda zanneden, onu defterinden silen sen… Şimdi neyi bekliyorsun? Nerede olursak olalım, hepimizi bulacağı gibi, seni de geldi, buldu ölüm, alıp götürdü işte…

Öldüğünden haberin var mı?

Ölene ya da ölecek olan her insana bu soruyu bir defa daha sorsak: Öldüğünüzden haberiniz var mı? Öleceğinizden haberiniz var mı? İnsan öldüğünden haberdar mı? Haberdar ise, dönüp de bunu bize söyleyebilir mi? Anlatabilir mi o son ânı, neler yaşadığını. Herkes öleceğini bilir, ama öldüğünden ve ölürken neler yaşadığından haber veren kaç insan var?

Öyledir işte. Böyledir insan. Alnının yazgısı… Öleceğini bilir de hazırlık yapmaz ona. Kapıya gelip yaslandı mı hayatın bu gerçeği, şaşırıverir. Buz kesilir yüreği. Sessiz yürüyen bir arkadaş gibi yanına gelir de, nefesini, sesini, soluğunu hissettirmeden alır götürür seni. Ölüm yalnız gelir, ama yalnız gitmez. Geldiğinde sensiz gitmez. Çok uzaklara değil, o narin bedenini şehrin son evlerinin de bittiği yerde, o büyük mezarlığa bırakır seni. Dedenin, babanın, amcanın, kardeşlerinin hepsi orada. Biliyorsun ya o mezarlığı. Zaman zaman geceleri ziyaret ediyordun ya orayı… Sanki oraya bir gün hiç gelmeyecekmiş gibi girer çıkardın…

Hâlbuki kabristana girdiğin zaman iki hâl var, bunu bilirdin. Ya cennet bahçesi, ya cehennem çukurudur orası. Yok bunun ortası. Şimdi senin için acaba hangisi? İnşallah birincisi. Öyle olmasını isterdin, öyle düşünürdün. Ama ona uygun bir amelin var mı? Kabre yanında götürebildiğin bir amel sandığı var mı? O çok arzu ettiğin ve niyetlendiğin, o hâle uygun bir hayatın var mı?

Sana dost olan, yapılması gerekeni gösterir, erteletmez. Ebedî hayatın için yapman gerekene mâni olan her el, senin düşmanındır. Hayatına mâni olan her el, senin düşmanındır. En yakınını, en yakınında olan nefsini düşman değil, dost bildin. Bu oyun hep böyle sürecek zannettin. Ama hayatın yolları kabirde bitiyor işte… Yaşarken hayatın içine ölümü almayanın, ölüm de hayatını hiçe sayar. Hayatı yaşarken ölümü de yaşamaya, ölümü de hayatın içine almaya çalışmalı insan.
Öyle dermiş Hazreti Ömer (ra):

“Ey ölüm meleği! Her zaman ölüme hazırım. İstediğin zaman gel, canımı al!”

Onlar, yolumuzu aydınlatan ışıklar. Onlar kadar olamazsak da, o yolun yolcusu olmaya özenemez miydik hiç? Ne kaybederdik? Kaybetmek bir yana, çok şey kazanırdık, yaşarken ölümü hayatın içine alabilseydik, katabilseydik eğer…

Kolundaki saate ikide bir de bakan adam, hayatının biteceğini bilseydi bir gün ya da birkaç saniye sonra, söylenseydi ona o son an, nasıl yaşardı acaba? Kayıtsız kalabilir miydi hayata? Kolundaki saati öyle cesurca tutabilir miydi acaba? Öleceği anın belli, olmasını mı isterdi, yoksa belirsiz kalmasını mı?

Rabbimizin o geniş rahmetine bak ki, başımıza gelecek ve bizi üzecek hâlleri gizliyor. Çünkü dünyada insanın hoşlanmayacağı şeyler çok fazla. Onun için gizliyor Rahman’ın ve rahmetin eli. Şükür ki böyle bir perde var, bir sır perdesi var ölümün üstünde…

“Değil mi ki, sonu belli,
Yoktur sonu belli ölümlere teselli…”

Öyle diyor hakikati anlayan biri.

Az sonra başımıza gelecek hâllerin üzerinde bir gizlilik örtüsünün bulunduğunu ve bunun bizim hayrımıza olduğunu güzel dile getirmiş. Sadece Yaratan bilir kimin ne zaman göçeceğini, başına ne geleceğini… Şükür ki böyle bir kader, böyle bir plan, böyle bir gizlilik, böyle bir güzellik var.

Bilse insan yarın başına ne geleceğini, çıldırırdı şimdiden. Nice mahkûm var saçları bembeyaz kesilen, daha sabaha çıkmadan. Ölmeden ölen nice insan var yarın idam edileceği kendisine bir gün öncesinden söylenen.

Yarın, öbür gün, çok değil, birkaç yıl, on yıl, otuz yıl olsa, ne fark eder? Öleceğini kesin bilen bir insan, yüz sene öncesi için şimdiden yas tutmaz mı? Sabaha bembeyaz saçlarla çıkmaz mı? Şükür ki ölümün önünde bir gizlilik perdesi var. Şükür ki, hayatımızın tadını kaçırmayacak bir gizlilik perdesi var.

Ama bunu bilmekle beraber, hazırlıksız olmak da yakışmıyor insana. Eli boş girmemeli geceye, geceler gibi toprağın altına, yarınlara boş gitmemeli, geçmemeli. Sevdiği birisine gider gibi, akrabalarına gider gibi, dostlarına gider gibi, kabrin öbür tarafındaki sevdiklerinin yanına sevk edilen bir insan da eli boş gitmemeli. Buradan, bu dünyadan yaşarken bir şeyler hazırlayıp götürmeli oraya. Ne olduğu belli… Tekrara ne hacet? Herkes ona göre hazırlanmalı. Madem dünya bir misafirhane ve insan onda az duracak bir yolcu, yolcu yoluna dikkat etmeli.

Etmeli, ama yaşarken bu hiç de böyle olmuyor. Har vurup harman savuruyoruz ömrü. Sonra köşe başında oturup ağlıyoruz elleri açılmış bir dilenci gibi. Güya hayatımızı geriye verecek, tekrar yaşatacak, tekrar avucumuzun içine o altın saatleri dökecek cömert birini arıyoruz sanki.

Yok ki…

Geçen, geçmiştir. Giden, gitmiştir. Hayat iki defa değil, bir defadır. Yaşayan, hakkını kullanmıştır.

Şimdi öldün. Kabirdesin. Nelerle karşılaşacağımız daha önceden bildirilmiş. Sürpriz yok.

Hiç aklına gelir miydi bir gün öleceğin?

Bu suali yaşarken sormalıydın ki, öldükten sonra sormanın mânâsızlığı seni bu demde rahatsız etmesin. Merak etme, aklın, kalbin, vicdanın, bütün duyguların, hepsi yine yanında olacak. Ama sen orada tutuklu olacaksın. Dünyada yaşadığın gibi, istediğin gibi hareket edemezsin orada. İstediğin yere gidemezsin. Dışarı çıkamazsın artık. Mahşer gününe kadar gözetim altındasın.

Herkes için her an yeni bir hayat başlıyor. Ölen için de, yaşayan için de…

Şimdi kim bilir neler anlatır sana ölüm…
***
“Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız – eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz! Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız.” (Sözler, 60)
***
Rabbimize sonsuza kadar hamd ile…
Resûl-i Ekrem’e (asm) ve âl ve ashabına sonsuza kadar salât-u selâm ile…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*