Sırlarıyla berzaha göçen kahraman…

Sesli mi yaşadı Muhsin Ağabey, yoksa sessiz mi? Bunu Berlinlilere sormak lâzım. Hür Berlin Üniversitesi’nin anfilerinden, mescidinden, koridorlarından veya kütüphanesinden Abdül Muhsin Ağabey’i soranlar, daha doğru ve hakikatli cevaplar alacaklardır. Zira onu Berlin’de tanıyanların da, bazı perdelere takılarak yaklaşamadıklarını ve mahiyetini öğrenemediklerini, ömrünün son demlerinde anladık. Nurcuların yeni kuşağına Muhsin Ağabey’i soracak olursanız; yüzde doksanının “tanımıyoruz” cevabını vereceklerinden o denli eminim ki… Said Nursî ile göz teması kurmuş ağabeylerin bile efkâr-ı ammede teşhir edildikleri ve Bediüzzaman’ın “yükselen bir değer” olarak telâkki edildiği şu zamanda, Zübeyir’in yanında bir kahraman gibi Deccaliyet ve süfyaniyetle mücadele etmiş ve son nefesine kadar da cihadından, sadâkatinden, ihlâs ve takvasından, sebat ve Nurlar’ı neşir gayretinden zerre kadar geri kalmamış bu kahramanın Nurcularca tanınmaması, bilinmemesi ve misyonu itibariyle kendisinden haberdar olunmaması hususunda tek bir şey söyleyebiliyoruz: Kader sırlarla dolu bu ağabeye gözümüz önünde doksan seneye yakın bir ömür yaşattı da farkında olamadık. Rabbinden önce doksan dokuz, daha sonra yüz kırk altı sene ömür isteyen Al-Konavi, Avrupa’nın burçlarında altmış beş senedir dalgalandırdığı Kur’ân sancağını kıyamet saatine dek tutabilmek için,  zamanımızda bilinen en uzun ömrü dilemişti Allah’tan… Saidnursi.de‘deki konuşmasını izlerseniz mana daha da netleşir zihninizde…

ZÜBEYİR’İN İZİNDE…

Bediüzzaman’ın, dünyaya değişmem ifadesine mazhar fedakâr ve kahraman Zübeyir Ağabey’in yardımıyla Nur’a pervane olmuş Muhsin Al Konavi’nin Türkiye hayatını incelediğimizde, daima Zübeyir Ağabey ile meşveret içinde olduğunu görüyoruz. Liseyi bitirdiğinde, izini takip ile koşa koşa Afyon zindanının civarına gelir, polisin takibinden kurtulabilmek için kendisine bir manav tezgâhı açar, hapishaneye yakın. Odacıklardan oluşan evin üst katında Üstadına komşuluk ederken yine Zübeyir Ağabey ile beraberdir. Okulunun en çalışkan öğrencileri arasındaki Muhsin’in “tıp fakültesi” tercihini Nurlar’ın neşri ve hizmeti maksadıyla “Edebiyat Fakültesine”  kaydırmasında da Zübeyir Ağabey’in teşviki vardı. Edebiyat Fakültesi’nin felsefe bölümüne kaydını yaptırıp tekrar Afyon’a döndüğünde, Üstadının tahliyesiyle karşılaşmış ve ilk olarak o zaman müşfik ve muazzez Üstadıyla göz göze gelmişlerdi. Muhsin Ağabey, yine Zübeyir Ağabey’in teşvikiyle Nurlar’a hadim olmuş Ziya Ağabeyle İstanbul Fındıklı’daki odacığına dönerken, Üstad bu defa, isteğiyle Emirdağ’a gidecekti. Konya’daki yüksek maaşlı işinden istifa ile Üstadının yanında otuz kuruşluk tayinat bedeline koşan fedakâr Zübeyir Ağabey ile İstanbul Üniversitesi talebeleri arasındaki irtibat, kısa bir süre içinde sistemleşerek “matbuat” hizmetinin İstanbul’daki kuruluşunu netice verecekti. Teksirler, matbaa basımları ve ciltlemeler… Fedakâr, mahir ve kahraman Muhsin Al Konavi’nin Aytimur, Arun, Ahmet Ramazan ile başlattığı neşriyat hizmeti, “Gençlik Rehberi” mahkemesiyle bütün dünyaca duyulacaktı. Bu mahkemenin maznunları Ziya ile Muhsin idi. Beraatten sonra Emirdağ’ına dönen Bediüzzaman Hz.leri, teksir makinasının daha verimli çalışmasını Isparta kahramanlarına göstermek üzere Muhsin’i, daktilosuyla beraber Isparta’ya istemişti. Yedi aya yakın neşriyatta bütün hızıyla koşuştururken, Üstadından da hususî dersler aldı Abdülmuhsin.

Edebiyat Fakültesi’nde Nur hizmetleriyle koşuştururken, semavi dinler karşıtı İngiliz Müsteşrikin, Kur’ân ve İslâmiyet hakkında şüphe vermek üzere Fen Fakültesi’nde düzenlediği seri konferanslara karşı, Muhsin’in fenle ilgili âyetlerin Risale-i Nur’daki tefsirini bastırıp dinleyicilere dağıtması, üniversitede büyük yankılar uyandıracaktı. Ve Bernard Lewis’ in teşvikiyle Türkiye üniversite gençliğine şüphe vermek isteyen Müsteşrik, pılı pırtısını toplayarak İstanbul’u terk edecekti.

HİCRAN  BAŞLIYOR…

1953’ün yazında annesini ve babasını İstanbul’a dâvet eden Muhsin Ağabey,  onlarla bir daha görüşemeyeceğini de biliyordu belki… Kim bilir…

Kendisi, hicran tarihini bize 1953 olarak vermişti.  İstanbullu görgü şahitleri ise 1954 diye hatırlıyorlar. Keşan ve İpsala‘dan geçerek önce Gümülcine ve daha sonra İskeçe’ye gelen Muhsin Ağabey’in oralardaki Nur Talebelerinden önceden haberdar olduğunu tahmin edebiliriz. Anadolu’dan daha az tahribat görmüş Batı Trakya Müslümanlığı’nın geleneği ve atmosferi içinde, Garbî Trakya’nın klâsik medreselerinde Nurlar’ın da okunduğunu söylemek mübalâğa olabilir mi? Risale-i Nur’u buradaki Müslümanlara Türkçe neşreden Hafız Ali Reşat Ağabey ve talebelerinin resimlerini Tarihçe-i Hayat’ta görenler; Gümülcine ve İskeçe’deki hizmetlerde, Muhsin Ağabey’in gayretlerini elbette unutmayacaklardır. Zübeyir Ağabey kadar hareketli ve onun gibi serdengeçti olan Muhsin Ağabey’in burada (İskeçe) neşrine vesile olduğu” YOL” mecmuasını da tarih yazacaktı. Bu münasebetle aynı medresenin talebelerinden olup, Münih’te yıllarca Kur’ân hizmetinde koşuşturmuş Âdem Zihni Ağabey’i de rahmetle anmış olalım.

İskeçe’den Üsküp’e geçen Muhsin Ağabey’in bu güzel şehirde ne kadar kaldığını bilemiyoruz. Yalnız, onun buradan Üstadına yazdığı mektubun cevabında, Üsküp başta olmak üzere Bosna ve diğer Balkan şehirlerindeki Nur hizmetlerinin Almanya üzerinden olacağını yine kendilerinden duymuştuk. Berlin’de “Hür Berlin Üniversitesine” kaydını yaptırdığı yıllarda, daha çok mescit haline getirdikleri mekânda toplandıklarını ve bu mescidin hem medrese, hem buluşma mekânı ve hem de Müslüman talebeler için bir sosyal ortamı oluşturduğunu; Köln toplantısına geldiğinde anlatmıştı. 1990’ların ortasına kadar süren bereketli talebeliğinin en güzel meyvesi ise; toplumdaki istibdat, kaos ve anarşiye karşı Risale-i Nur modelini ortaya koyan doktora çalışması olmuştur.

Sonradan makberi olacak Berlin Şehitliği’nin ihyasında1956’da altı aya yakın bilfiil çalışması ve buradaki caminin açılışındaki gayreti, Avrupa’ya gelen Nur Talebelerinin ilk cami ve mescit faaliyetlerinde bulunmalarının sırrını da saklıyor. Abdulmuhsin Ağabey’in hayatında topladığı sırların bir kısmı, belki de vefatından sonra faş olacak. Sovyetler’in dağılmasına ve Demir Perde’nin açılmasına sebep olan Mihail Gorbaçov’un Perestroikasından önce gönderdiği mektubun mahiyetinden tutunuz, Galiçya’da Ruslarla savaşırken yaralanıp Berlin’de şehit düşen Osmanlı Subaylarıyla, “şehitlik”te kucak kucağa yatışına kadar. Bilimsel çalışmalarıyla Risale-i Nurlar’ı dünya ilim mahfillerine duyuran Şerif Mardin’i Berlin’e dâvet ettirmesinden, başta Papa olmak üzere birçok Katolik ve Protestan ilim adamlarına yazdığı mektuplara kadar… Oğlu Hamdi’nin İstanbul’daki sünnet merasimine zevcesi Cemile Hanım’ı gönderdiği halde kendisinin Türkiye’ye bir daha dönmemesi dâhil, daha nice sırların ortaya saçılacağı günleri bekleyip duracağız.

Gorbaçov’un Muhsin Ağabey’in mektubundan sonra Papa Johannes Paul ile görüştüğünü ve görüşmeden sonra dünya basınına; Muhsin Ağabey’in ”HİÇBİR MİLLET DİNSİZ YAŞAYAMAZ!” mealindeki özet cümlesini ilân ettiğini de sır olarak sonradan duyacaktık.

“Kostroma- Berlin Hattı” seri yazılarında belirttiğimiz üzere; 1916 Şubatında Bitlis’te şehit olan Ubeyd kadar, 19 Kasım 2019’da Berlin’de manevî şehadete yükselen Muhsin Ağabey de “dehşetli ahir zaman dikdörtgenindeki misyonları” uğrunda, ebeveynlerini bir daha görmemek üzere koşarak geçtiler şu imtihan meydanından…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*