Sistematik şüphe fırtınası veya küresel dinsizliğin gençliğimize hücumu

İsimler çok mu önemli. Hele isim ile mana uyuşmuyorsa… Elbiseden önce beden ve bedenden önce ruh gelir. İsimlerden önce de manalar harekete başlar.

İster Deizm diyelim, isterseniz şüphecilik… Veya ileri giderek Yaratıcıyı inkâr. Buradaki son durak inkâr-ı Ulûhiyet değil mi? Gel gör ki, ahir zamanın dinsizlik cereyanları, yakın zamanlarda Kur’an cephesinde üst üste aldıkları mağlubiyetlerden olacak ki, strateji değişikliğine gittiler. Nifaka bürünüp yeni metotlarını namertlik üzerine inşaya başlamışlar. Dünya küçülünce, doğrudan inkârdan vazgeçerek “İman Cephesine” şüpheler vadisinden yaklaşmaya çalışıyorlar. Yani teknolojinin mucizevî inkişafıyla, saldırgan dinsizliğin kullandığı usuller de farklılık arz etmeye başladı… Şüpheyi benlik takip ediyor burada.  Firavunlar gibi kendisini seven ve beğenen nefisler, efkâr-ı ammede kıymet gören her değeri önce itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. İmandan, dinin geleneklerinden, insanlıktan gelen tüm değerleri, yıkmadan önce itibarsızlaştırıyorlar. Bu yıkımda kullandıkları en önemli aletlerin başında ise; önce şüphe, sonra enaniyet geliyor bu günlerde…

Şüpheden maksadımız yalnızca Allah’ın varlığı ve temel imanî esaslara olan şüphe değil. Her şeyden; realiteden, tabiattan ve gerçeklerden şüphe… Mukaddes varlıklarımız; anne, baba ve aileden başlayarak hatırımıza ne geliyorsa… Semavî kitaplarda yazılanlara ve fıtrattaki yaratılış kanunlarına itiraz ve akıllara şüphe dağıtılarak, bunların doğru olmadığına dair binlerce  “sosyal laboratuvarlarda” milyonlarca elemanlarla çalışan bu cereyanların aldıkları mesafeyi, çocuklarımızın konuştuklarından anlıyoruz.  Hakikate aykırı bilgi ve telkinlerle “ fanatik taraftarlar” haline getirilmiş gençlerin, bağlandıkları kanalların dışındaki tüm bilgilere itiraz ve şüphe ile bakmaları sizin de dikkatinizi çekmiyor mu? 1970’li yıllarda kitap, dergi ve gazete ile yapılan taarruzun; bu gün  daha kapsamlı, süratli ve küresel olarak elektronik medya ile yapıldığını hepimiz biliyoruz. Avrupa ve Amerika’daki belli sermayedarların hayır niyetiyle vergiden kaçırarak vakıflarına aktardıkları yüz milyarlarca doların bu tarafa aktığını satır aralarından siz de okuyabilirsiniz. Bu sermaye ile teçhiz edilmiş akademisyen ordusuyla göze ve kulağa hitap ile başlatılan taarruzu, “dindar nesiller yetiştirme” iddiasındaki idarecilerimiz varsınlar görmemezlikten gelsinler. Bu gidişle ateşin mahallenin saçaklarını yalamasına fazla zaman kalmayacak tedbir alınmazsa…

Bu ideolojik taarruza normal mantık silsilesi içinde yaklaşanlar, şaşkınlık içindeler… İnkâr ve şüphenin yardımına koşturulan cerbeze, demagoji ve tanık olmadıkları bir mantık oyunuyla  karşılaşıyorlar. Hipnozlu insanın sokulduğu âlemin kendince bir dünyasının, mantığının, gerçeklerinin, ufkunun ve zannettikleri sağlam zeminlerinin mahiyetlerini biz bilemiyoruz, zira yaşamıyoruz. Bizimle yaşarlarken Bermuda şeytan üçgenine yakalanmış gemiler/uçaklar gibi dünyalarımızdan ayrılan gençliğimizin, bir müddet sonra değerlerimizden, tarihimizden, zevklerimizden ve kültürümüzden de ayrıldıklarını semptomlarından anlıyorsunuz.

1970’li yılların öncesindeki dinsizlik cereyanları her ne kadar kitap ve fikirle hücum ettiyse de, arkasındaki organizeli kuvveti görebiliyordunuz. Yarı resmî bir teşkilât gibiydiler. Bugünkü sivil dinsizliğin Müslüman ailelerin çocuklarına yönelmesini ise 1980’lerin başına kadar götürebiliyoruz.

Bizim coşkulu neslimiz imansızlığa karşı kesin zaferi, görünen dağın arkası kadar yakın zannediyordu.

Risale-i Nur’daki global coğrafyayı ihata edemeyince nazarlarımız, bütün cihanı Anadolu’dan ibaret zannediyorduk. Hakikati, 12 Eylül ihtilâlini takip eden yıllarda yavaş yavaş hissetmeye başladık. Bu defa hedefe ulaşamayışımızı, “maddeten terakkiyi”; maddi şartlara, kemiyete, devletteki etkinliğe ve paraya indirgeyince de kaderin elvan elvan imtihanlarıyla karşılaştık. Yanlış istikamete yanılgılarla koşuşturduğumuzu, çocuklarımız imanımızı şüpheleriyle sorguladıklarında anladık. Evet, yalnız Türkiye’de değil; milyarlarca dolarlarla Amerika’da, Avrupa ve Çin’de hazırlanmış sosyal deney laboratuvarlarındaki ileri derecede yetiştirilmiş milyonlarca uzmanla “imansızlık cereyanı” insanlığı tek proje dahilinde “şüphe ve inkâr” yağmuruna tutunca, ancak haberdar olabilmişiz.

Dünyaya yanlış pencerelerden baktığımızı iddia edenler, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu unutuyorlar. Globalleşen dinsizlik cereyanlarının yavrularımıza yaptıkları hücumu, neslimiz de yaşamıştı.  Dikkat ederseniz, yukardaki satırlarda galibiyetimizin izleriyle karşılaşacaksınız. Bazılarımızın babaları ve büyük kardeşlerimizin heyecanlı mücadelelerinin hikâyeleriyle büyümüştük. Doğrudur, dehşetli bir tablo var bu gün karşımızda. İslamiyet’i dünyanın başına hakim kılmak üzere yola çıkanların çocukları, şüpheleriyle ebeveynlerinin imanlarını sorguluyorlar. Düşmanın üç kıtadaki organizesi, bizi ürkütüyor. Fakat hakikat bundan ibaret değil.

Geçmişteki mücadelede şartlar daha fazla aleyhimizdeydi. Maddi imkânlara, günümüzden daha çok uzaktık. Global dünyada, bizimle aynı cephede savaşması gereken İsevilerin ve insaniyetperverlerin bizden haberleri yoktu. Başarılarımızın bir kısmını, avam-ı mü’minin halisâne desteğinden alıyorduk ki; şimdi aynı ailelerden üniversiteyi bitirmiş milyonlara varan evlâdı bizi bekliyor.

Yani anlayacağınız, bu gün dünden daha çok zafere yakın olduğumuz halde, kansere benzer bir “ümitsizlik”  meselesinin mahiyetini bilemeyen ve bilemediğinden de teşhisten uzak yüz binlerce aileyi bürüyen menfî hava, kamuoyundaki havayı da etkiliyor. Önemli olan, yavrularımızın kalplerine doğru uzanan hastalığın teşhisidir. Teşhis edilmiş derdin devası kolaydır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*