Siyah ve nur

Siyah ve beyaz… İki renk… Şu âlemde var olan her şey, bin bir türlü renk tonlarıyla binlerce gruba ayrılabilir. Ancak hepsini bir çırpıda siyah ve beyaz, koyu ve açık şeklinde sadeleştirip ikiye de ayırabilirsiniz.

Siyah ve beyaz; birisi varlığın, diğeri yokluğun rengi. Ancak biz insanlar varlığı da, yokluk sayesinde fark ederiz. Zihnimizin, beynimizin çalışma sistemi ona göre yaratılmış.

 Tıpkı bilgisayarın çalışma sisteminde olduğu gibi “sıfır” ve “bir” şeklinde basit ve sade; ışık, var ve yok…

Siyah bir yazıyı beyaz bir sayfa üzerinde okuyabiliriz. Ya da tam tersi, siyah bir sayfada beyaz bir yazı… Siyah yoksa beyazı da fark edemeyiz. Çünkü siyah sınırlandırır ve bir çizgi çizer. Biz zaten sınırlandıramadığımızı da anlayamayız. Bu sebeple olsa gerek, Cenâb-ı Hakk’ı şiddet-i zuhurundan dünya gözü ile göremeyiz.

Sağlıklı olduğumuzu, beyaz bir sayfa üzerine yazılmış siyah renkteki küçücük bir hastalık ile ancak fark eder, hatırlarız. Bu sayede ömrümüz kadar geniş sağlıklı, beyaz bir sayfanın farkına varabiliriz. O siyah yazı görünüşte hastalık da olsa, gerçekte sağlığı fark etmektir, dolayısıyla şükürdür.

Zenginlikten fakirliğe, ilimden cehalete beyaz ve siyah renkleri ve yazıları çoğaltabilirsiniz.

Renkler gerçekte ilginçtir. İnsanlar arasında gizli bir konsensüs ve mutabakattır. İnsanların gördükleri ve algıladıkları renk kim bilir belki de farklıdır. Ancak her zaman aynı şeyi görmeleri ve gördüklerine aynı kelime ile kırmızı veya yeşil gibi ifade etmeleriyle arada mesele kalmaz, mutabakat sağlanır.

Bir kırmızı gülün kendisi gerçekte kırmızı değildir. Kendisine gelen bütün renkleri tutar, sadece kırmızıyı kabul etmez, gözlerimize gönderir, yansıtır. Biz de onu kırmızı olarak görürüz. Siyah ise bütün ışık tonlarını tutar hapseder ve biz onu siyah olarak görürüz.

Malûm optik ve ışık ile ilgili ilk çalışmalar Orta Çağ İslâm dünyasında başlamıştır. Batı için karanlık olan Orta Çağ, İslâm dünyasında ilim adamlarının çeşitli sahalarda alabildiğine çalışmalar yaptığı, binlerce kitap telif ettiği pırıl pırıl bir çağdır. O manevî aydınlık, maddî aydınlık olan ışığı da incelemeyi ihmâl etmemiş. Zaten ışık, maddî manevî yani nur ve ziya olarak hep Doğu’dan yükselmiştir.

Bugünkü optiğin temellerini atan İbn-i Haysem’in çalışmaları meşhurdur. Endülüs’te bu çalışmalar zirveye çıkmıştır. Malûm Endülüs, ilimde Avrupa’nın ve özellikle Rönesans’ın üstadıdır. Bir Batılı ilim adamı: “Endülüs’ü yaktık, yok ettik; fakat kalan otuz kitap ile Ay’a çıktık. Eğer yüz kitap kalsaydı bu gün galaksiler arasında seyahat edebilirdik.” demiştir.

BBC’nin hazırladığı bir belgeselde, Endülüs medeniyetini izlemiştim. Dillere destan Endülüs saraylarının muhteşem mimarisini, işlemelerini ve bahçelerini gösteriyordu. Bahçenin ortasında, kulübe büyüklüğünde, tek pencereli, yer seviyesine indirilmiş, küçücük bir bina vardı… Pencere duvara ortalanarak dizayn edilmiş… İçeri girilip kapı kapanıp pencere açıldığında, duvarda harika bir görüntü ortaya çıkıyor: Dışarıdaki saray, bahçe ve ziyaretçiler ters olarak gözüküyor. Hadise, bildiğimiz fotoğraf makinalarında da kullanılan karanlık oda teknolojisi.

Fotoğraf makinası karanlık oda sistemiyle çalıştığı gibi, gözümüz de binlerce renk ve görüntüyü aynı sistem ile görür, inceler, kayda alır. Küçük bir pencere misâli mercekten geçen ışık, gözün içindeki karanlık odadan geçerek, arkadaki duvara yani retinaya düşer. Retina yüksek çözünürlüklü bir kamera misâli binlerce elemanıyla renkleri okur ayırır, sinyaller hâlinde beyne gönderir. Biz de o harika manzaraları görürüz, gördüğümüzü söyleriz. Gerçekte o harika görüntüler harika bir şekilde bize gösterilir.

Siyah örtülerine bürünmüş Kâbe, şu koca kâinatın sanki bir gözbebeğidir. Gözün görüntüleri aldığı gibi, o da Hacerü’l-Esved vasıtasıyla ibadetleri toplar, kaydeder; bize en muhtaç olduğumuz zamanda verilmek üzere, Âlemlerin Rabbine takdim eder.

Mektubat’ta Hakikat Çekirdekleri’nde konumuzla ilgili bir ifade geçer: “Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır.” Yani aklın ve fikrin nuru, kalbin ziyasıyla, ışığıyla ışıklanmazsa karanlıklar ve zulüm fışkırır.

Devamında ise misâl getirilir: “Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa; göz, göz olmaz. Fikret-i beyzada (fikirdeki beyazlık) süveyda-i kalb (kalbdeki siyahlık) bulunmazsa, basiretsizdir.”

Evet, kalbin bir karanlık oda gibi çalıştırılması gerekir. Ancak o sayede görüntüler gerçek mânâda görünebilir. Akıl ve fikir ancak kalb gözüyle bakarsa hakikatı görebilir. Kalb onlara siyah kalem ile sınırlar çizerek şekillendirir. Atom bombasını aklınızla yapabilirsiniz belki, ama onun bir anda yüz binlerce kalbi parça parça edebileceğini ancak kalb ve vicdanınızla fark edebilir ve değerlendirebilirsiniz.

Gerçekte hayat da siyah beyazdır. Gençlik ve ihtiyarlık da bunlardan birisidir. Lem’alar’da Bediüzzaman Hazretleri esaret günlerindeki uyanışını şöyle ifade eder: “Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi ki, ileriyi göremedi, yine yattı…”

Gurbet karanlığında dünya hayatının fâni ve geçici olduğunu fark edip ebedî hakikat nurlarını daha net görüp uyanmış… Musîbetler ve hastalıklar gibi kara günler; gerçekte hakikatı gösteren ve ikaz eden nurlu günlerdir. Ne mutlu idrak edip ders alanlara…

Karanlık geceler deriz ya hep… Gerçekte gecenin maddesi de mânâsı da gelir bir çizgide birleşir. Teheccüd namazı kabir karanlığı için tükenmez bir nurdur, ışıktır. Yine kitap okuma gibi tefekkürler de gece açılan rahmet ve hikmet kapılarıdır; manevî âlemlere açılan bir penceredir. İbn Arabî şöyle der: “Gündüzler şehâdet âlemine, geceler gayb âlemine bağlıdır.”

Kalbi her türlü sevgiye bağlamak, güya aydınlanma maksadıyla şirkle karışık fikirleri ve meşgaleleri içeri almak; kalbin sağına-soluna pencereler açmak gibidir. Delik deşik olan bir göz görebilir mi?

Yıldızları neden sadece gece görebiliriz? Çünkü siyah ve beyaz her yerdedir. Onlar gerçekte siyah gökyüzüne “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih ederler” âyetinin; yıldızlarla yazılmış inci gibi parlayan satırları ve nakışlarıdır.

Hakikat nurları, yalancı ışıkların olmadığı mekânları ve zor zamanları daha çok sever ve oralarda daha net gözükür. Hz. Yusuf (as), o muazzam makama zindanlarda gösterdiği sadakat ve sabır ile çıkmıştır. Risâle-i Nur da zindanlarda ve sürgünlerde telif edilmiş ve parlamıştır. Öyleyse mümkün olduğu kadar yalancı ışıkları söndürmek gerekiyor. İyi bir görüntü için; kalbimizden afaka açılan pencereleri ve yıldız böceği hükmündeki düşüncelere açılan kapıları kapatmak gerekiyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*