Siyasal İslâm ve Said Nursî…

alt

İslâm ortak paydasına karşın, siyasete bakış açılarının farklılığı bu mevzunun çerçevesini çizer.

Siyasetle dine hizmet etmeyi şiar edinen Müslümanlar da Bediüzzaman’ı okuyorlar. Ama belki de yüzeysel baktıklarından; Said Nursî’nin hayatı boyunca siyasete, siyasî hâdiselere, ihtilâl ve kalkışmalara, din ve devlet ilişkilerine bakışını detaylıca anlamaya muvaffak olamamışlar.

Bediüzzaman’ı bu mevzuda anlayabilmek için, belki de onun rehberliğinde fikren Asr-ı Saadete gitmemiz; siyaset-i İslâmiyenin tariflerini, hilâfet hakkındaki düşüncelerini ve bilhassa onun şeriattan demokrasiye kurduğu orjinal köprüleri ziyaret etmemiz gerekiyor. Zamanımızın darlığı ve yazımızın çerçevesi buna müsaade etmediğinden, yalnızca onun hayatındaki bazı kalın çizgileri arz ederek, meseleyi özetlemeye çalışacağız. Said Nursî, hayatının başından bu yana “siyasal İslâm” anlayışına dönüp bakmamış. Enver Paşa ve Resneli Niyazi’lerle meşrûtiyeti Sultan Abdülhamid’e kabul ettirdikleri günden, merhum şehit Menderes’e mektuplarıyla yardım ettiği son zamanlarına kadar, siyaseti dine hizmetkâr etmeye çalışmış. İttihatçılarla omuz omuza Beyazıt ve Selânik meydanlarında hürriyeti ilân ederken de, ayak sesleri duyulan ihtilâli Başbakana haber verip meşum süreci durdurmanın çarelerini demokratlara anlatmak için teşebbüs ettiği son Ankara seferine kadar…Siyasal İslâm dediğimizde “bir tek” itikadî görüşü kastetmiyoruz. Yöntem yanlış olduktan sonra ifratı olan Şiadan tutunuz, tefriti olan Haricîlere kadar… Onlarca farklı ton ve rengin maalesef yanlışlarda ittifak ettiklerini son Arap baharında gördüğümüz gibi, 1909’daki 31 Mart hadiselerinde de görüyoruz. Ekseriyeti Selânik ve Manastır localarına kayıtlı hürriyet ve demokrasi karşıtlarının (Talat’ın adamları, Şükrü Kaya ve arkadaşları gibi) oyuna getirdiği siyasal İslâmcıların akıbetlerini hisseden Bediüzzaman; başta Volkan, Mizan ve Sebilü’r Reşad olmak üzere birçok gazetede bu siyasetçi kardeşlerini haykırarak ikaz etmişti. Fakat kader onların birçoğunu darağacına çıkararak yanlışlarından temizlemişti. Derviş Vahdeti ve arkadaşları gibi… Bediüzzaman’ın 31 Mart mahkemesindeki ifadesi onun Siyasal İslâmcılardan ayrıldığı noktayı gösterir. Divan-ı Harb-i Örfi’de “Sen de mi şeriat istedin?” sorusuna verdiği cevap, bu mevzu için anahtar vazifesi görebilir: ”Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.” Ecnebilerin Doğudaki saf Müslümanları İttihatçıların bazı hatalarını bahane ile ayaklandırdıkları Bitlis hâdisesinde de Bediüzzaman siyasal İslâmcıların üslûbunu temelinden reddediyor. Hemşerilerini (Şeyh Selim-i Hizanî ve Bitlis’in diğer ileri gelenleri) ikaz etmesine rağmen, neticeye tesir edemiyor. Bir kısmı idam ile, diğerleri de muhacerette vefat ediyorlar. Birinci Cihan Harbi sonlarında, Osmanlının inhitat günlerinde dini, vatanı ve devleti kurtarmak niyetiyle “din adına siyaset meydanına çıkanlara” verdiği ders, ahir zaman tarihinin en önemli siyasî derslerinden birisidir. Din adına siyasete girmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken o dersi, Sünûhat kitabının “Rüyada hitabe” kısmında  bulabilirsiniz.

M. KEMAL VE SİYASAL İSLÂM…

Bediüzzaman’ın devletin kurucu kadrolarına dahil olmayışı bizim dikkatimizi çekmeyebilir, ama ilk Meclisin bütün üyeleri onun aralarında olmayışına adeta şaşkındırlar. Onlarca davetin sebebi budur. Said Nursî’nin Ankara’da M. Kemal ile giriştiği söz düellosunun neticesini hepimiz biliyoruz. Etrafına siyasal İslâm’ın duâyenlerini alan M. Kemal’in, Said Nursî’ye kendisiyle çalışması uğruna yaptığı vaadleri ve dil dökmelerini de biliyoruz. Bu vaad ve rüşvetlere kanan siyasal İslâmcıların o yakıcı hataları, maalesef 1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde, 1990 ve hatta günümüzde de tekerrür ederek devam edecekti. Onun M. Kemal’e red cevabı vermesinin hoş olmadığını ihsas edip kabul etseydi sonraki ayaklanmalarda vefat eden yüz binlerin kurtuluşuna vesile olacağını iddia edenlere verdiği cevap da fevkalâde önemlidir. Şarkta, Ağrı´da, Ziylan Deresinde ve Palu’da ölen yüz binlerin şehadete yükseldiklerini belirtirken, M. Kemal’in tekliflerini kabul ettiği takdirde Risale-i Nur gibi bir Kur’ân tefsirinin hayata göz açamayacağını belirtiyor. Yüz milyonların ahiretini kurtaran Risale-i Nur’un vücuda gelmesi her türlü dünya saltanatının fevkınde değil mi?

HARİCÎ TAHRİKLER

Türkiye’deki siyasal İslâmı yalnızca Kemalistler tahrik etmemiştir. Kemalistler daima hariçteki dinsiz kuvvetlere dayanarak içerideki Müslümanları ezmişler, tahrik ile isyana sevk ve sonra da infaz etmişlerdir. Buna benzer bir tahriki İkinci Dünya Savaşına doğru gelirken yaşıyoruz. Savaş öncesi Boğazlar meselesini halletmek isteyen İngiltere’nin, İtalya’yı da yanına alarak dahilde bir kargaşa çıkarmaya kalkıştığı zamanlarda, yine Bediüzzaman’ın Osmanlılar adına indirdiği “meşhur” şamarla karşılaşırlar. Eskişehir hapsi öncesinde kaleme aldığı On Altıncı Lem’a yı bir de tarihi dokusuyla okumak lâzım. Hapishanelerde, Emirdağ kasabasında 1950’den sonraki dönemlerde de Bediüzzaman Hazretleri çeşitli tahriklerle karşılaşacak ve Müslümanların nasıl hareket etmesi gerektiğini mektuplarında ve eserlerinde bize anlatacaktı. Çok partili dönemdeki siyasal İslâmcıların iğfal ile tahriki daha münafıkânedir. M. Kemal’in büstlerini Pilavoğlu’nun adamlarına kırdırarak Demokratları koruma kanunu çıkarmaya mecbur bırakan Selaniklileri, Bediüzzaman’dan başkası mahiyetiyle tanıyamamıştı. Ve daha sonra yine Sabetayistlerin başrolde oynadıkları meşhur Malatya hadisesi de burada kayda değer bir husustur. Bütün dindarları ve dine hizmet edenleri kucaklayan Said Nursî Hazretleri de bu hadisede rahatsız edilir. Kendisini çokça seven O. Yüksel hapishaneye düşerken, bir talebesi de  bilmecbûriye güney sınırlarımızın dışına hicret eder. Necip Fazıl’la birlikte hapishanede kalan merhum Hüseyin Üzmez’in Ahmet Emin Yalman’ı vurması, Selânikli yazarın kendisiyle mülâkat yapması ve hapishaneden sonra siyasal İslâm içinde aktif bir hayat yaşayarak üzüntülü hadiselerle vefat etmesi, siyasal İslâmcıların Bediüzzaman’ı dinlememelerinden ortaya çıkan hazin tasvirleri bize gösteriyor.

ELHASIL: Bediüzzaman’ın siyasal İslâm’a veya din ve devlet münasebetlerine bakışını izah sadedinde galiba sözü uzattık. Büyük Doğucu olarak adlandırılan bir kısım siyasal İslâmcıların hatalarına kurban giden talebelerinden Ahmet Ramazan’ın Risale-i Nur’la tanıştırdığı İsa Abdulkadir’in Bağdat’da neşrolunan Ed-Difa gazetesindeki makalesi, söylemek istediğimizi özetleyecek mahiyettedir. Müellifin Emirdağ Lâhikası eserinin 391’inci sayfasına aldığı iki parça halindeki makale, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu metodu, İhvan ve diğer siyasetli cemaatlerin metotlarından ayıracak kadar açık ve anlaşılır biçimdedir. Üstadın 16 yaşlarında Mardin’e yaptığı seyahatte merhum Afganî’nin talebesiyle karşılaşması, daha sonra “siyasette muktesit meslek” dediği yeni bakışını ortaya çıkaracaktır. 1907’de İstanbul’a geldiğinde Osmanlı hürriyetperverlerinin bütün techizatına sahip olarak meşrûtiyet cephesindeki yerini alır. Görüşemedikleri Niyazi’yle diğer hürriyet kahramanlarının siyaset anlayışları, o günün siyasal İslâmcılarından o kadar uzaktı ki… Derviş Vahdetî ve grubuna yakın olan bir kısım siyasetçiler, bırakınız meşrûtiyet ve hürriyete yakın durmayı, Sultan İkinci Abdülhamid’i ilk anayasayı yürürlüğe koyduğu için tekfir ediyorlardı…

Aradan yüz sene geçmesine rağmen ifrat ve tefritteki hürriyet karşıtı fikirlerin günümüzdeki akrabalıkları sizi de şaşırtıyor mu?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*