Siyasal İslâmcılar ve tuzaklar

AKP iktidarı her ne kadar kendisini liberal, demokrat, milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı sıfatlarıyla tanımlamaya çalışsa da “siyasal İslâm” kimliğinden kurtulması zor. Bu kadroların çocukluklarını, gençliklerini, siyaseti öğrenmeye başladıkları mahfilleri araştıran herkes, mutlaka onları Arap âleminde İhvan-ı Müslimîn, İran’da Humeynî, Hint dünyasında Mevdudî ve Türkiye’deki Erbakan hareketleriyle irtibatlandıracaktır.

Tayyip Bey ve arkadaşlarının imam-hatipli zamanlarına gittiğinizde, gençliğin okuyabileceği fazla eser olmadığını göreceksiniz. Risale-i Nur’un yasak olduğu o günlerde; Necip Fazıl, C. Rıfat, Şule Yüksel ve Serdengeçti’nin dışında telif eserimiz olmadığını fark edeceksiniz. Dinini öğrenmek isteyen gençliğin gözü ve kulağı dışarıdaydı. Seyyid Kutup’un tefsiri ve bazı eserleri ile H. El-Benna’dan Mevdudi’ye kadar yapılan tercümelerle yetinmek zorundaydılar. Bu eserler ise devleti, sosyal hayatı, teşkilâtı ve siyaseti önceleyen eserlerdi. Erbakan’ı siyaset sahnesine dâvet eden dindarlarımızın dünyasında İhvan vardı.

Bediüzzaman’ın 28 sene boyunca dernekçilik, cemiyetçilik ve rejimi yıkmak için siyasetçilikle itham edilmesi ilginçtir. O ise bütün mahkemelerde cemaate, Kur’ân talebeliğine ve medreseye vurgu yapıyor. Dernek, teşkilât, parti veya cemiyetlerin çalışmalarını global hakim cereyanların etkilerinden kurtaramayacaklarını ve mutlaka onlara alet olacaklarını haber veriyor. Çok gariptir ki, 1920’lerin sonunda Arap dünyasında kurulan ve ittihad-ı İslâmı hedefleyen İhvan-ı Müslimin belli bir süreçten sonra, özellikle 1950’lerde global dinsizlerin tuzaklarına düşecektir.

AKP hükümetinin komşuları ve müttefikleriyle yürüttüğü siyasetin sebeplerini öğrenmek için Osmanlının, bilhassa 1900’lerden sonraki tarihini günümüz karesinde değerlendirmek gerekiyor. Avrupa’da kan, zulüm ve şiddetle büyüyen demokrasinin bizde 1908’de vukuatsızca doğmasına tahammül edemeyen emperyalistler 31 Mart ihtilâliyle “Selânikliler hanedanı”nı başımıza sardılar. İttihadçıların büyük fedakârlık ve gayretlerine rağmen İngiliz ve Rus ittifakı eşliğinde devlet  yavaş yavaş inkıraza gitti.

Birinci Dünya Harbini müteakiben Batının çoğu devletleri demokrasiye geçiyorlardı. Bizde ise Lozan’da İsmet Paşa’ya danışman ve dönüşte M. Kemal’e dost olmuş Yahudi asıllı Haim Naum gibi aracıların yoğun gayretleriyle meşrutî demokrasinin yerini komita diktatörlüğü aldı. Haim Naum’un bizden sonra Mısır’a geçerek orada uzun uzadıya çalışmalarda bulunması, sosyalist ırkçı genç subaylar hareketinin doğuşunu netice verdi.

Avrupa, meşrûti demokrasiye geçerken gelenekleriyle birlikte kral ve kraliçelerini de muhafaza etti. İkinci Dünya Savaşının dehşetinden ürkerek İbrahimî dinler safında yer alan Amerika, sömürge halindeki İslâm topluluklarının bağımsızlıklarına kavuşmalarını sağladı. Çok ilginçtir ki genç Kemalist devletin harp okullarında okuyan subaylar “devrimciliği” Libya’ya, Tunus’a, Mısır’a, Suriye’ye, Irak ve Pakistan’a taşıdılar. Bütün bu devrimci sosyalist diktatörlerin en büyük idolleri M. Kemal’di… Türkiye’de M. Kemal’in başında bulunduğu istibdatla mücadele ederken tek bir insanın burnunu kanattırmayan Bediüzzaman, ülkeyi 14 Mayıs 1950’de  kısmî demokrasiye taşıdı. Fakat Bediüzzaman’ı dinlemeyen İhvan, Nâsır ve arkadaşlarıyla Kral Faruk’u devirmek üzere yaptığı ittifakın ardından büyük bir ihanete uğrayarak Bağdat’tan Fas’a kadar yüz binlerce kardeşini kaybetti…

TÜRKİYE,  MISIR  DEĞİLDİ…

Devlet-i Âliye’de 1909’da vuku bulan saltanat değişimini Bediüzzaman’dan öğrenemeyenlerin yanlış mukayese yapması normaldir. Said Nursî Mısır ve İran’da dış güçlerin etkisiyle meydana gelmiş veya gelecek iç karışıklıkların bize göre hafif geçeceğini söylüyor. Nitekim Tahrir ve Kum’a rağmen ne İran ve ne de Mısır bölünme savaşı yaşamadılar. Allah göstermesin, dış güçlerin işimize parmak karıştırarak oluşturacakları kargaşaya ülkenin dayanamayacağını aklı başında olan vatanperver siyasetçiler biliyor: Türkçü-Kürtçü, laik-anti laik, Alevî-Sünnî, Kafkas-Balkan v.b. gruplaşmaların çatışmaya dönüşmesinin nasıl bir felâkete yol açacağını, beyinleri medya ile uyuşmamışlar iyi bilirler.

Siyasal İslâmcılarımızın kaynaklarının sağlam olmadığını izaha çalışıyoruz. İslâm dünyasında onlarca kıyamla milyonlara varan evlâdını kaybeden bir “İslâmî hareketin” siyasetçilerimizce izlenmesi bize kaygı veriyor. Onların dünyasında yeni ve orijinal bir fikir olmayınca, mesele reflekslerine kalıyor. Bu ise onların çocukluklarından bugüne getirdikleri müktesebata bağlı değil mi? Bir milleti, yüzlerce iç ve dış tahrik ve tuzaklardan Kur’ânî eserleriyle kurtaran, yirmi yedi ayrı dili konuşan Müslümanları “İslâm milliyeti” ortak paydasında birleştiren, Alevî ve Vehhabi gibi birbirine zıt bakanları “Ehl-i Sünnet ve Cemaat” havuzunda demokrasiyle eritip birleştirmenin formülünü sunan, Kürtleri de İslâm birliğinin mayası yaparak Kafkas, Türkistan, İran ve Arabı aynı çatı altında toplayan ve bunları ahir ömründe kesitler halinde bize sunan Bediüzzaman’ı dinlememenin faturası ağır oluyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*