Siz hoş geldiniz de, çocuklar nerede?

Camiye gidiyoruz, çocukları göremiyoruz. Sohbete gidiyoruz, çocukları göremiyoruz. Gördüklerimiz ise o çocukların babaları ve dedeleri ile anaları ve nineleri. “Allah size çocuk, torun vermedi mi? Onlar nereye gitti?” diye sorsak, ya kursu vardır ya da sınavı. Ama sonuçta çocuk yoktur.

Annesi ve babası onu bir nevî Kur’ân ve iman kursundan almış, dünyası parlasın umuduyla paşalık kurslarına yazdırmıştır. O yüzden çocuğun Cumartesi-Pazarı da doludur. Bu sınavlar hiç bitmez. En son profesör olabilirse sınavları biter. Ne var ki, o zamana kadar ömür sınavı da bitmiştir.

12 Yaşındaki çocuğuna:

“Yarın sınavın var; oruç tutma! Zaten sana farz değil; daha bulûğa ermedin” diyen bir baba, kendi sınavını kaybetmiştir. Çünkü ciğerparesine Deccalın öğretmek istediği şeyi, hem de kendisi, gönüllü öğretmiştir.

Yani çocuğuna: “Önemli olan dünyayı elde etmektir. Âhiret işleri ikinci plandadır; dünyaya bir zararı yoksa tercih edilir” mesajını vermiştir. Örgün eğitimdeki aldatıcı başarının sarhoşluğuna kapılıp dünyayı âhirete bilerek ve severek tercih etme eğitimi, işte bu yollarla pekiştirilmektedir! Geçmiş olsun!

Hayatta belki de bir kez bile kullanmayacakları bilgilerle defterlerini dolduran yavrularımız, küçük ajandasına her gün nûranî bir vecize neden yazamaz? Kapkalın test kitaplarını çözenler, niçin her ay bir cep boy Risaleyi çözemez? Her gün (!) okula giden çocuklarımız, günde bir vakit olsun camiye neden gidemez? Her gün EBA’dan okul dersini takip eden müstakbel “şakirtler” hangi engel yüzünden haftada bir kez olsun internetten bir “Çocuk Dersi” izleyemez ve anladıklarını bize dinletemez!? (Bundan daha önemli hangi işimiz var?) Bu salgında bile her yere gitmesine izin verdiğimiz çocuk ve gençlerimiz haftada bir sohbete niye gelemez?

Hangi çağdaki çocukların ders ve sohbetlere bilhassa getirilmesi gerektiğini anlamak için Risale-i Nurlar’a baktığımızda, ağırlıklı olarak 8-15 yaş aralığını buluruz. Nur’un ilk talebelerinin çocuklarını nasıl yetiştirdiklerini de görürüz. Kimi on yaşında, iki günlük yolu tepip gelmiş,1 kimi yedi yaşında Altıncı Şuâ’yı yazmış,2 kimileri de ömürlerinden bir kısmını Üstadlarına bağışladıklarına dair pusula yazıp göndermişlerdir.3 Keza, ergenlik çağındaki çocukların haylazlığa yöneldiğinde ise nasıl şefkat tokadı yedikleri 4 örnekleriyle zikredilmiştir.

Bütün bu misaller, babalar olarak bizlere, gecikmeden bu işe el atmamız gerektiğini hatırlatmak için olsa gerektir.

Zira: “Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî almazsa sonra gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.” 5

Salgın sebebiyle örgün eğitimin ve işlerin seyreltildiği, dolayısıyla aile fertlerinin birbiriyle daha fazla ilgilenebildiği şu güz ve kış mevsiminde, ahirzaman mikroplarının koronadan beter şekilde ruhu öldürmesine karşı hiçbir baba elbette “seyirci” kalamaz! Ama her gün bir vakit olsun çocuklarını namazda kendine cemaat ve “ev dersinde” de kendine arkadaş yapamıyorsa, bunun hesabını da her halde veremez!

Her gün markete giren biri, derse gelemiyorsa iman dolu kalbi bu çelişkiye fetva bulamaz!

Camilerin açık olduğu ve çoğu avam yüzlerce mü’minin birlikte namaza durduğu, keza Kur’ân kurslarının açık olduğu ve çoğu ümmî hanımların altışar kişilik gruplar halinde ders okuduğu mevcut şartlarda, tahkîki iman sahibi bir vicdan, tedbir diye dersini terk ettiğinde bunu kendisine izah edemez!

Cam parçası hükmündeki dünyevî işlerini tedbire feda etmediği halde, iş elmas kıymetindeki uhrevî işlere gelince onları “tedbir gereğidir” diye feda edenler, bu tezadı hazmedebildiler mi?

Tedbirler resmen “sokağa çıkma yasağı düzeyine” çıkartılmadıkça şeâir-i İslâmiye terk edilemez! Zira âdî umûr-u dünyeviye şeâirden üstünmüş gibi gösterilemez!

“Muhakkak maslahat (olan dinî dersler), mevhum mazarrat (olan hastalık kapma riskine) feda edilemez!” 6

(Mu’terize bir not: Üstad Bediüzzaman, mazarratın hangi durumlarda “mevhum” sayılacağının objektif tanımını yapmıştır. Buna göre, yirmide birden daha düşük zarar ihtimali yüzünden bir maslahatın terk edilmesi “evhamdır.” Ve ne tesadüfse (!) o bu hakikati avâma değil, bir âlime anlatmak zorunda kalmıştır! 7)

Bu mikroptan korunmak için tedbirlere uyulması gerektiğini hepimiz biliyor ve kabul ediyoruz. Elbette “Tedbir kuldan, takdir ise Allah’tandır.”

Ancak herkes –başta medya– koro halinde esbap dairesine öyle yığınak yapıyor ve biraz da evham karışınca bu daire öylesine şişiyor ki, neredeyse itikad dairesini yutup “ruh ve kalbi susturuyor.” 8 (Haşiye)

O halde bu ifrata mukabil dengeyi sağlamak üzere biz de aksini yapıp biraz da itikad dairesinden esbap dairesine bakalım:

Bu virüs başıboş mu? Değil.

Dizgini Allah’ın elinde mi? Evet.

O’nun emrinin dışına çıkabilir mi? Hayır.

İşte görüyoruz, sımsıkı tedbirler alsak dahî, Allah’tan başkası bizi koruyabiliyor mu? Hayır.

İşte izliyoruz, meşîet-i İlâhiyeye (Sünnetullaha) isyan etmiş olmamak için tedbirleri yerine getirsek bile “takdir tedbiri bozuyor” muymuş? Bozuyormuş.

Nasıl bozuyormuş?

Şöyle: Hadiste var ki “Allah kader ve kazasını gerçekleştirmek istediğinde akıllıların aklını alır. (Tedbiri onlara bir an unutturur.) Kader kaza edilince (akıllarını onlara) iade eder. Ve ortaya pişmanlık düşer.” 9

Peki, kaderde bu belâ bize de yazıldıysa, infaz edileceği zaman tedbir bile unutturuluyorsa, bu yazgının infazını yani kazayı durdurmanın bir çaresi yok mu? Var.

O çare nedir? Atâ (af ve ihsan) kanununa yapışmak ve onu devreye sokacak sadâka hükmündeki hizmetlere koşmaktır.10

Ey Tahkîkî İman Sahibi Kardeş! Şimdi sen söyle! Bu manevî tedbir mi, yoksa maddî tedbirler mi daha etkili olur?

Çok zor bir soru oldu, değil mi?

En iyisi, elmas kıymetindeki umûr-u dîniyeyi terk etmeyi tedbir zannetmemektir. “Duble tedbirin” maddî ve manevî her iki tedbire birden riayetle mümkün olabileceğini artık fark etmektir.

Camiye ve Kur’ân derslerine devam eden mü’min ve mü’mineler, korona riskine karşı evhamı tahrik edenlere diyorlar ki:

“Tedbir için dersi terk ettiğimiz halde, çarşıda kaptığımız bir mikrop yüzünden ölür gidersek, ‘şehittir’ diye berzahta bizi karşılayacak olan ve ‘hangi sebeple öldüğümüzü’ soran ervaha ‘pisipisine gittik’ demektense ‘Allah yolunda gittiğimizi’ söylemek daha büyük bir şeref olacaktır!”

Daha ötesi var mı?

HAŞİYE: “Her ne kadar dünyada daire-i esbap, daire-i itikada galip” olduğundan bu dünya şartları içinde tedbir ve sebeplere müraat edilse de, itikad dairesinin zikrettiğimiz yukarıdaki hakikatlerine de vehim ve hayalmiş gibi bakılamaz! Bakarsak, esbaba fazla değer verdiğimizden Mu’tezilîleşiriz. Öte yandan “Madem işin hakikati budur; öyleyse tedbire gerek yoktur” diye nizam-ı âleme muhalefet de edilemez! Edersek Cebrîleşiriz. (bk. İşarat’ul İ’caz, Fatiha’daki “dîn” kelimesinin tefsiri.)

DİPNOTLAR:

1) Kastamonu Lâhikası, 132 “Eşref namında”

2) Emirdağ Lâhikası, 1/150.

3) Emirdağ Lâhikası, 1/ 228.

4) 13. Şuâ, “Haylaz gençlerde dokuz tokadı”

5) Emirdağ Lâhikası, 1/41.

6) Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, md. 66.

7) bk. 29. Mektup, 6. Risale, 2. Desise.

8) Emirdağ Lâhikası, I/244.

9) C. Sağîr, HN: 237, Y. Asya Yay.

10) bk. “Kader Değişir mi?” ve “Kader, Kazâ ve Atâ” yazılarımız.

Abdurrahman AYDIN

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*