Süleymaniye

İslâm’ın mührüdür kurşun kubbeler,
Şehadet parmağıdır minareler,
Sadece turistik mekân değildir,
Muhteşem mâbedler, âbidler ister.

İstanbul’a her geldiğimde Selâtin Camilerinden bir kaçını ziyaret eder, o muhterem insanların muhteşem eserlerini hayranlıkla seyrederim. Hz. Aişe’den (r.anhâ) nakledilen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (asm) “Kâbe’ye bakmak ibadettir.” diye buyurdu. (bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: 34647). Her biri Kâbe-i Şerif’in bir şubesi olan bu mübarek mekânları seyretmek de ruhuma bir ibadet zevki ve huzuru veriyor. Dış avluları, şadırvanları, kütüphane, imarethane, şifahane ve diğer müştemilâtları ile her biri birer külliye olan bu eserler, insanın hem gözünü, hem gönlünü, hem ruh ve diğer hasselerini doyuran bir ziyafet sofrası gibi duruyor. İnsan baktıkça ecdâdına hayranlığı artıyor. Geçenlerde, üç yaşındaki torunum Lemanur’u da alarak Süleymaniye Camii’ne gitmiştim.

Daha önce de defalarca ziyaret edip içinde namaz kılmakla bahtiyar olduğum bu Ulu Mâbed, her gördüğümde gönlümde daha büyük bir yer kaplıyor. Minareler gözümde daha da yükseliyor, kubbeler daha bir muteşem hale geliyor. Dış avlusunda dolaşmak, bahçesindeki kabirleri ziyaret etmek, mezar taşlarının verdiği lâhutî huzuru hissetmek, insanı bu dünyadan alıp, tam bir huzur iklimine götürüyor. Kanunî Sultan Süleyman’ın kabrine vardığınız zaman içiniz ürperiyor. Saygı ile korku arası bir duygu benliğinizi sarıyor. Üç kıt’ayı titreten, iki denizi çalkalayan bir kudretin haşmeti, insanın ruhunu ihtizaza getiriyor. Gözünüzde Mohaç Ovası canlanıyor, kulağınızda mehter davullarının sesi çınlıyor, Preveze’de kadırgaların yelkenlerini görüyor, leventlerin naralarını işitiyorsunuz.

Süleymaniye’nin yapısı kadar yapılış hikâyesi de ilginçtir. Rivayet o ki, Kanunî Sultan Süleyman, İslâm’ın ihtişamını yansıtmak ve yeryüzüne muhteşem bir İslâm mühürü vurmak için İstanbul’a bir cami yaptırmak ister. Bunun için günlerce düşünür. Nereye nasıl bir mâbed yaptıracağına karar veremez. Bir gece rüyasında Peygamber Efendimizi (asm) görür. Allah Resulü (asm) Sultan Süleyman’ın elinden tutarak İstanbul’un tepelerinden bugünkü Süleymaniye Camii’nin olduğu tepeye götürür. Nasıl bir cami yapması gerektiğini, kubbesinin nasıl olacağını, minberinin ve mihrabının nereye konacağını, minarelerinin nasıl olacağını ve diğer özelliklerini ayrıntısı ile tarif eder. Heyecanla uykusundan uyanıp yatağında diz çöken Sultan Süleyman, gece yarısı vezirlerini çağırtır ve “Tiz bana mimarbaşını çağırın” der. Derhal Mimar Sinan’ı huzura çağırırlar. Mimar Sinan’ın elinden tutar ve rüyasında gördüğü tepeye götürür. Orada yaptırmak istediği caminin yerini gösterir, planını tarif etmeye başlar. O heyecan ile Peygamber Efendimiz’in (asm) tarif ettiği bazı detayları unutmuştur. Unuttuğu yerlerde Mimar Sinan devreye girer. “Şurası da şöyle olacaktı değil mi Sultanım, burası da böyle olacaktı değil mi Hünkârım?” diye Padişahın unuttuğu noktaları hatırlatır. Sultan bu hale hayret ederek “Sen bunları nereden biliyorsun?” diye sorar. Mimar Sinan da “Sultanım, siz Peygamber Efendimizle (asm) el ele dolaşırken ben de sizin arkanızdaydım” der.

Süleymaniye; ihtişamını Süleyman’dan, zerafetini Sinan’dan, kudsiyetini Kur’ân’dan almış mübarek bir mâbed. Harcına sadece Haliç yamaçlarının toprağı değil, en değerli mücevherlerin tozları katılmış. Bu mücevher tozlarının da ayrı bir hikâyesi vardır.

Mimar Sinan, caminin temellerini attıktan sonra çalışmayı durdurur ve ortadan kaybolur. Aradan yedi sene kadar bir zaman geçer. Amacı, temellerin iyice oturması ve yapının depreme karşı dayanıklı hale gelmesidir. Bu arada dedikodular ayyuka da çıkar. “Mimar Sinan bu camiyi tamamlayamayacağı için kayboldu” diyenler, devletin hazinesi bittiği için inşaat durdu diyenler ve daha pek çok söylentiler dolaşmaya başlar. Osmanlı’nın ihtişamını çekemeyen İran Şahı Tahmasb, Kanunî’ye bir sandık dolusu kıymetli mücevher gönderir ve “Anlaşılan Sultan’ın hazineleri bu camiyi tamamlamaya yetmedi. Bunları da bizden kabul etsin de bu mabedin yapımında bizim de bir katkımız olsun” der. Bu davranışı küstahça bulan Sultan Süleyman, Mimar Sinan’ı çağırtarak “Bu mücevherleri inşaatın harcına katın” der. Mimar Sinan da bir sandık mücevheri, Tahmasb’ın elçilerinin gözleri önünde taş dibeklerde dövdürür ve toz haline getirir. Sonra da minarelerin harcında kullanır. Bu yüzden bir süre minarelerin mücevher gibi parladığı, zamanla dış etkenlerden dolayı bu parlaklığın kaybolduğu söylenir. Zaten Süleymaniye’nin kendisi muhteşem bir mücevher olduğu için, yapısındaki mücevherlere ihtiyacı yoktur.

Süleymaniye’nin dışı ihtişam ve heybeti, içi ziynet ve zerafeti yansıtıyor. Minberinden mihrabına, kubbesinden kürsüsüne kadar bir gergef gibi işlenen Âyet ve Hadislerin sadece nakışları ve lâfızları değil, mânaları da okunuyor. Çinilerindeki çiçekleri koklasanız, Gül-ü Muhammedî (asm) kokuyor. Mihrabının merdivenleri sanki mi’raca çıkıyor. Kırmızı halılar üzerinde dolaşırken, bu halılar kim bilir hangi mübarek alınları öptü diye üzerine basmaktan insan hâya ediyor. Bu halılar üzerinde koşup oynayan üç yaşındaki Lemanur bile bu kudsiyeti fark etmiş olmalı ki, evdeki gibi çığlık atarak koşmuyor, daha sessiz ve saygılı bir şekilde oynamaya çalışıyordu.

Bu ulu mâbedi yapanlar ve yaptıranlar san’at ve maharette ne kadar büyükse, terbiye ve tevazûda o kadar ileri idiler. Uzun ve bereketli ömründe yüzlerce ölümsüz esere imza atan Mimar Sinan, kendisi için o kadar mütevazı bir türbe yapmış ki, buna türbe demek bile belki doğru olmayacaktır. Mimar Sinan’ın Türbesi, Cami avlusunun dışında, dört sütun üzerinde duran, duvarları bile olmayan bir yapıdan ibaret. Bu da gösteriyor ki, bu insanlar tevazuda da bir ihtişam sergiliyorlardı. Böyle harika bir eserin bütün özellik ve güzelliklerin anlatmak, elbette bizim gibi âciz ve nâkıs insanların kârı değildir. Deryadan bir damlayı değerli dostlarımla paylaşmak istedim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*