Sultanahmet´te teravih veya seküler kuşatma

Biliyorum… “Geciktiğimi” yüzüme vuracaksınız. Ramazan-ı Şerif’in arefesinde veya başında söylenmesi gerekeni bayrama bırakarak, ağız tadınızı kaçırdığımdan belki de kızacaksınız… Fakat içimden bir “yazmak” mecburiyeti duyuyorum.

Belki de çocuklar sebep oldu. Sultanahmet’te teravih kılacağız, diye tutturdular. İslâmın en büyük şeairinin körpe zihinlerine kazınmayacağı şekilde nakşını temin etmek ve “İslâmî kimliklerini” iftiharla yakalarında taşımaya vesile olur, dileğiyle onları kıramadım. İslâma asırlarca bir yönüyle merkezîlik yapan bu muhteşem şehrin, muhteşem mabedinde ve ihtişamlı cemaatinin lezzetini de tatmak üzere gittik. Ulu mabede yaklaştıkça; lahutî olmayan sadalar, dünyevîlerin şamataları ve iç huzuru kaçıran görültülü müziklerle karşılaşınca şaşırdım. Avrupalıların “kirmis” dedikleri panayırlarının ve Osmanlı’nın izmihlaliyle birlikte anılan “direkler arası şamatalarının” bu müberek mekânın adeta arkasına taşınmış olabileceğini hayal etmediğimden, inkisâr-ı hayale uğradım. Caminin iç kapısına varıncaya kadar “dünyevî kaygılarla” işgal edilmiş mekânlardaki manzara, ne bir İsevî’nin, ne de bir Musevî’nin hazmedebileceği manzara değildi. Bayramlar arefesinde, Mahmut Paşa’da tezgâhlarını kurmuş, mevsimi en güzel şekilde değerlendirmeye çalışan işportacıların bağırtıları At meydanından taa içkapıya dayanınca, selâmeti ayakkabılarımızı elimize alıp içeriye kaçmakta bulabildik.

Mabetteki lâhutî manzara, imamın ender denilebilinecek kıraati ve cemaatin sıcaklığı olmasaydı, belki de bu Ramazan’ın en mutsuz gecesini yaşayacaktım…

Ulu mabetteki bu seküler kuşatma, gayr-ı ihtiyarî beni Avrupa’nın sefahet ve zerafet merkezi Paris’teki bir hatıraya götürdü. “Sefih medeniyete” asırlarca dayelik yapmış bu şehre nazır yüksek tepeye, beyaz güvercince konmuş mahzun Sen Piyer Kilisesiyle ilgili yazıyı yazarken; aynı duyguları “Güzel İstanbul”un muhteşem Sultanahmet’inde yaşayacağımı nereden bilirdim ki… Zavallı Sen Piyer… Dışbahçe kapısındaki “atlı karınca”dan sıkıldığı kadar, aşağıdan ta tepeye kadar dizilmiş satıcıların, sihirbazların, palyaçoların ve çeşitli müzik gruplarının gürültülerinden de mahzundu… Bu manzarayı; sefih, rezil, dinsiz, tahripçi ve insaniyet düşmanı ikinci Avrupa’nın “İsevî Avrupa”yı kuşatması olarak algılamıştım, o seyahetimde… Fakat Paris’e son gidişimde, hint orjinli bir zargoçun kilise kapısından itibaren “derunî âlemlere” dalmaya çalışanları rahatsız edecek fısıldaşma ve gürültülere müdahale ettiğini gördüm. Ama Sultanahmet’in daha barbarca kuşatıldığını, yüzlerce haris satıcıların gürültülerini ve caminin giriş kapısına kurulmuş çadırda, kravatlı adamların namazsız gençleri tam ezan vaktinde, hatta ezan seslerini bastıracak bed mikrofonlarla “Ölürüm Türkiyem” şarkısını söylemeye teşvikini görünce, Sen Piyer merdivenlerindeki tenkit ettiğim sesleri kulaklarım arar oldular.

İmamın “cennetî” okuyuşundan sonra, mescidin kapısından camiden adeta kaçarcasına ayrılırken, bölük-bölük gençlerin bu mekâna eğlenmek üzere yürüdüklerini görünce, yine Avrupa’daki bazı kiliselerin geçmişteki uygulamalarına zihnim kaydı. Beş-on sene önce kiliseler, gençleri cezbedebilmek için, onlara “dünyevî köşeler” hazırlamışlardı. Kiliseye bir geçiş olur, kanaatindeydiler. Fakat netice, beklentilerinin aksisiyle örtüşmüştü: Hem kilisenin ibadet havasını kaçırmışlardı, hem de gençler tüm kötü alışkanlıklarıyla asalaklar halinde kiliseye uğramadan bu mekânları kullanmaya başlamışlardı… Kiliseyle caminin mukayesesi her zaman doğru olur muydu? Bizde bırakın bu muhteşem mabetleri, mahalle mescitlerinin bile böyle “arzî” teşviklere muhtaç olmadığını hepimiz bildiğimiz halde, Sultanahmet’teki manzara neyin nesiydi? Ezan vaktinde eğlence çadırlarında tepinen gençlerin, cami bahçesinde hayvancasına dudak-dudağa yapışmış ahlâksızların ve ulu mabede “ulvî duygularla” koşuşturan on binlerce Müslümanın “ahlâkî anlayışını” tezyif eden davranışların burada işi neydi?
Bunları kim organize etmişti? Resimlerini her tarafa afişe etmiş belediye başkanı bu manzaralarla mı övünüyordu? “Dinî Kitap Fuarı”nı revakların arasına sıkıştırmış Diyanet bu manzaradan memnun muydu? Dinî cemaat mensupları buraya hiç uğramıyorlar mıydı? Mabet, cemaat, Ramazan, Teravih, Kur’ân ve namaz “dünyevî” şeyler miydi?

Bu satırları laiklik ve milliyetçilik kaygılarıyla gagalayacaklara şunu belirtmek istiyorum: Anadolu insanı ne laiklik anlayışında, ne de milliyetçilikte Avrupalının önüne geçemez. Zira bu iki fikrin de anavatanı Avrupa’dır, Paris ve Köln’dür… İstanbul’daki oruçlu bir Müslüman Paris ve Köln’deki Hıristiyan’ın ibadete saygı halini arıyorsa, burada bazı yanlışları ve eksikliklerin kabul etmez misiniz? Avrupa’nın ne mahallî ne de ülke idareleri; ahlâksızlığa, irtidada ve serseriliğe destek vermezler. Bilâkis teknik olarak dîne, ahlâka, insanlığa ve çevreye hizmeti prensip kabul ederler… Ya bizde? Oruçlu halkın yüzüne sigarasının dumanını hayasızca savuran, vatandaştan gelecek haklı tepkiyi mutlaka bir yerlere “irtica” diye jurnalleyecektir. Zaten jurnalci jurnalistlerimiz bu haberlere dünden teşne… İşte burada devletin; sefaheti, ahlâksızlığı ve şeair düşmanlığını koruma altına almasıyla karşılaşıyorsunuz. Bunun ise ne laiklik, ne insanlık ve ne de Avrupalılıkla hiç bir alâkası yok.

Diliyorum ki, bu “yalama” 28 Şubat istibdatlarının bir neticesi olsun ve onunla birlikte defolup gitsin. Fakat bu gebermiş istibdatların da bir hududu olmalı. Dindar insan, dinî cemaatler ve sivil kuruluşlar, “temel hak ve hürriyetlerinin” şu sosyal hayat içinde bu denli çiğnenmesine göz yummaya devam ederlerse, Allah onları çürütüp, yeni filizlere yol verir. Zaten yer yer başlayan çürümeleri gözlerimizle görüyoruz. Zirâ inanıyoruz ki, semavî olan bir dinin Sahibi, dünyevîlerin müdahalelerine müsaade etmez. Dini, dünyaya tapanların emir ve istekleri istikametinde şekillendirmeye kalkışan ulema ve bazı diyanet mensupları, Kur’ân’ın semadan nuzûlünü, bin beşyüz seneden beri muannit mülhidlerin damarlarına basarak meydan okuyarak galibâne geldiğini ve üçte biri âyetlerinin direk “âhireti” esas aldığını herkesten ziyade hatırda tutmalıdırlar. Netice olarak; dini devletin tasallutundan kurtarmak batı laikliğinin hedefidir. Dini dünyevîlerin şamata, müdahale ve tahribinden korumak da laikliğin gereğidir. Dini siyasî, ticarî, şahsî nüfuz ve hiç bir menfaate alet olmayacak şekilde kanun yapmak da laik devletin vazifesi değil mi?

Bu bayramı da sevgili okuyucularım böyle kabul etsinler. Tebriklerimizi alırlarken duâyı unutmazlar, inşaallah..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*