Mustafa Sungur Ağabey için bugün mevlid okutulacak

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, 1 Aralık 2012’de Hakkın rahmetine kavuşan talebesi Mustafa Sungur Ağabey için okutulacak Mevlid-i Şerif, bugün Fatih Camiinde öğle namazını müteakip gerçekleşecek. Mevlide katılanlara Uhuvvet Risalesi ve gazetemiz de dağıtılacak.

VEFATININ 1. YILDÖNÜMÜNDE  Bediüzzaman’ın fedakâr talebesi Mustafa Sungur’a rahmet duâsıyla

Mustafa Sungur…

1929 yılında, Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Soyu, Seyyid sıfatı taşıyan Mekkeli Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi ile geçmişi  Buhara’ya dayanan Cemile Hanımın oğludur.

Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü.

Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur’ân’ı okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.

İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsüne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesi’ne yazdığı temyiz lâyihasında “Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti” diyerek de ifade ettiği gibi okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı. (…)
Said Nursî’nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okulda “Kastamonu’da bir hoca varmış, cenneti ve cehennemi görerek kitap yazarmış” diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.

Enstitüyü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, Muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman’dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merak arttı. (…) Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nurcularla tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz’ü ve Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.

“Fâniden bâkiye ulaşmanın mânâsıdır” diye tarif ettiği ve âşinâ olmaya çalıştığı bu yeni hayat hâlinin tesiriyle, Risâle-i Nurları ‘Hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine’ okuyup yazmaya başladı.

Risâle-i Nurlarla meşgul oldukça Said Nursî’ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona ‘Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı. Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince 1947 yılının Eylül ayında ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ’a gitti.

Bir ikindi vakti, Ceylân’ın refakatinde huzuruna çıktığında onu ‘manevî baba şefkatiyle’ karşılayan Said Nursî, “Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylândır” diyerek onu da mânevî evlâtlığa kabul etti.

Üstadına mânevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürûrunu, önce kendisine Risâle-i Nur’u tanıtan insanlarla paylaştı.

Ardından Kastamonu’ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi, Çaycı Emin Beyi, Hakkı Beyi ve mahallin diğer Nurcularını tek tek ziyaret ederek tanıştı ve hizmet kadrosuna dahil oldu. Onların da teşvikiyle, şevkle çalışmaya başladı.

Bir süre sonra Afyon hadisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun da evi arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesi’nde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon’a sevk edildi.

Safranbolu Savcısı’nın yaptığı gibi Afyon Adliyesi’nde ifadesini alan sorgu hâkimi de azarlayan bir ses tonu ile ona Said Nursî’yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı.

“Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır.”

Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hâkimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.

“O baştanbaşa bir nurdur” diye haykırdı.

“Çııııkk!..” diye bağırdı sorgu hâkimi de.

Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur Afyon Hapishanesi’ne hapsedildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için duâ ettiğinden, duâlarının kabul olduğunu görmenin sevincini yaşadı.  

Bütün Nurcular gibi o da çıkarıldığı mahkemede, “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risâle-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem’aları ve Şuâları Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın birer nuranî tefsiridir; mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir” diyerek şahsından ziyade Risâle-i Nur’u müdafaa etti.
(………)
“Üstadla hayatının sonuna kadar beraber olmuş bu zat, Üstadın vefatından otuz sene sonra bile sanki o anda onunla beraber yaşıyor gibi hatıraları capcanlı. Her fırsatta Üstaddan bahsediyor, sözleri saf bal gibi akıyor. Aramızda lisân engeli olmasına rağmen konuşması hiçbir usanç vermiyor. Çünkü o dil ile konuşmuyor. Açılan kalbinin kanatları ile konuşuyor. Şevkinde, Üstada olan sevgi ve saygısının derinliği her hâlinden okunuyor.”

Yıllar önce Bediüzzaman Sempozyumu için Türkiye’ye geldiğinde tanıştığı Sungur’un, Said Nursî’ye ve Risâle-i Nur’a olan sadakatini bu ifadelerle dile getirmişti, Iraklı Arap âlimlerinden Prof. Dr. İmadüddin Halil Bey.

Mustafa Sungur hâlâ aynı ahvâl içinde.

İnşallah [Kıyamete kadar] hep öyle de kalacak.

(İslâm Yaşar’ın, Yeni Asya Neşriyat’tan çıkan “Nur Talebeleri (Güneş’in Renkleri)” kitabından kısaltılarak alınmıştır)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*