“Sungur, fenâ-finnur olmaya mecburdur”

Fenâ…
Kullanılış şekline göre mânâsı değişen bir kelime bu. Tek başına söylendiği zaman insan zihninde kötülüğü tedai ettiren bazı menfî mânâlar hatıra getirse de, mânevî mânâ derinliği taşıyan bir tabirle birlikte kullanıldığı takdirde, tasavvufî ıstılâh hâline gelir ve ulvî hakikatleri ifade eder.

Istılâh hâliyle, ‘fâni olma, kendi varlığından geçme, varlığını feda etme’ gibi mânâlar ifade ettiğinden, kendisinden sonra gelen kelimeye ‘uğrunda fâni olunacak kadar yüce değer taşıdığı’ mânâsı kazandırır.

Böylece hem o kelimenin uhrevî mânâsını zihinlerde tebarüz ettirir, hem de kendisini yüceltir. Yani telâffuz cihetiyle olmasa bile mânâ itibariyle o bâki isimde fâni olarak bekâ bulur.

Meselâ Allah, resul gibi mukaddes kelimelerin önüne gelerek ‘fenâ-fillah, fenâ-firresul’ gibi ıstılâhların teşekkülünü sağlar ve lügât mânâsının aksine, bekayı ifade eden ebedî bir mânâ derinliği kazanır.

Nur kelimesi de onlardan biridir. Fenâ tabiri Nur kelimesinin başına getirildiği zaman ‘Nur’da fâni olmak, nuranîleşmek’ mânâlarına gelen fenâ-finnur kelimesini teşekkül ettirir. Bu kelime, Nur Talebelerini hatırlatan bir Risâle-i Nur ıstılâhıdır. Mânâ itibariyle bütün Nurcuları hatıra getirse de söylendiği zaman onlara emsâl olan bir kişiyi hatırlatır.

Mustafa Sungur’u.
Zîra, “Sungur fenâ-finnur olmaya mecburdur” demişti Said Nursî.
Sungur da onu yaptı ve Nur’da fâni oldu.
***
Mustafa Sungur…
1929 yılında, Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Soyu, Seyyid sıfatı taşıyan Mekkeli Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi ile geçmişi Buhara’ya dayanan Cemile Hanımın oğludur.

Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü.

Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur’ân’ı okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.

İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsü’ne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesi’ne yazdığı temyiz lâyihasında “Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti”1 diyerek de ifade ettiği gibi okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı.

O yıllarda, bütün okullarda ‘Biz dini toprağa gömdük’ diyerek kast-ı mahsusla yapılan ve milyonlarca vatan evlâdının iğfal edilmesine sebep olan dinsizlik propagandasına, Mustafa ailesinden aldığı o dinî bilgilerle mukavemet etti.

Said Nursî’nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okulda “Kastamonu’da bir hoca varmış, cenneti ve cehennemi görerek kitap yazarmış” diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.

Enstitü’yü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman’dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merak arttı.

1945 yılında, Mehmed Güngör’le Huriye Hanımın kızları olan Emine Hanımla evlenip aile reisi oldu. İlk çocukları dünyaya geldiği zaman, daha çocuk denecek yaşta iken baba mesuliyeti ile tanıştı.

Belki de bu hissin tesiriyle artan imanını tahkiki hâle getirme gayretinin neticesinde, Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nurcularla tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz’ü ve Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.

“Fâniden bâkiye ulaşmanın mânâsıdır” diye tarif ettiği ve âşinâ olmaya çalıştığı bu yeni hayat hâlinin tesiriyle, Risâle-i Nurları ‘Hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine’ okuyup yazmaya başladı.

Risâle-i Nurlarla meşgul oldukça Said Nursî’ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona ‘Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı. Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince 1947 yılının Eylül ayında ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ’a gitti.

Bir ikindi vakti, Ceylân’ın refakatinde huzuruna çıktığında onu ‘manevî baba şefkatiyle’ karşılayan Said Nursî, “Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylândır” diyerek onu da mânevî evlatlığa kabul etti.

Üstadına mânevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürûrunu, önce kendisine Risâle-i Nur’u tanıtan insanlarla paylaştı.

Ardından Kastamonu’ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi, Çaycı Emin Beyi, Hakkı Beyi ve mahallin diğer Nurcularını tek tek ziyaret ederek tanıştı ve hizmet kadrosuna dahil oldu. Onların da teşvikiyle, şevkle çalışmaya başladı.

Bir süre sonra Afyon hadisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun da evi arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesi’nde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon’a sevk edildi.

Safranbolu Savcısı’nın yaptığı gibi Afyon Adliyesi’nde ifadesini alan sorgu hakimi de azarlayan bir ses tonu ile ona Said Nursî’yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı.

“Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır.”
Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hakimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.

“O baştanbaşa bir nurdur” diye haykırdı.
“Çııııkk!..” diye bağırdı sorgu hakimi de.

Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur, Afyon Hapishanesi’ne hapsedildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için duâ ettiğinden, duâlarının kabul olduğunu görmenin sevincini yaşadı.  

Bütün Nurcular gibi o da çıkarıldığı mahkemede, “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risâle-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem’aları ve Şuâları Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın birer nuranî tefsiridir; mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir”2 diyerek şahsından ziyade Risâle-i Nur’u müdafaa etti.

Mahkeme tarafından altı ay hapse mahkûm edilen Mustafa Sungur, hüküm giydiği tarihte yirmi bir yaşını doldurmadığı için cezası beş aya indirildi. Bir ay kadar da Safranbolu Hapishanesi’nde kaldığından Afyon Hapishanesi’nde dört ay yattı.

Kendi teşbihiyle ‘İnkişafa müheyya çekirdeklerin yer altında çatlayıp filiz vermesi’ misâli, orada Üstadını ziyaret ettikçe falakaya yatırıldığı için zahiren acılı, ıztıraplı, sıkıntılı gibi görünen ‘çok şahane günler’ yaşadı.

Tahliye edilince hemen Eflâni’ye döndü. Lâkin tarih derslerinde Resulullahtan (asm) bahsettiği, İstiklâl Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığını söylediği, Said Nursî’nin yanına gittiği, Risâle-i Nurları okuduğu ve Afyon Mahkemesi’nden beş ay ceza aldığı gerekçesiyle vazifesine son verildiğinden öğretmenliğe başlayamadı.
Bunun üzerine yaz mevsimini o havalide geçirmeye karar verdi ve hem evde kendisine tekabül eden işleri gördü, hem bol bol risâle okuyup yazdı, hem de sâir Nur hizmetlerine devam etti.

Afyon Mahkemesi’nin, Said Nursî hakkında verdiği mahkûmiyet kararının temyizde esastan bozulduğunu öğrenince çok sevindi. Onun tahliye edileceği tarih yaklaştıkça yanına gitme iştiyakı arttı. Kendisini Bediüzzaman’a vakfettikleri için onun taltifine, senâsına, duâsına mahzar olan annesinin ve eşinin muvafakatlarını alarak 3 ‘on beş sene kadar Üstadının yanında kalma niyetiyle’ Afyon’a döndü.

“ÜÇ BEDENDE BİR RUH…”

Said Nursî böyle derdi Zübeyir, Sungur ve Ziya’ya. Onlar da bu lâtif teşbihi yaşamak istercesine hizmet medar-ı bahs olduğunda benzer şeyler düşünürler ve birlikte hareket ederlerdi.  

O zaman Ziya zaten Afyon’daydı. Zübeyir tahliye olmuş ve bir ev tutmuştu. Sungur da gelince müşterek ruhların bedenleri bir araya geldiler ve hasretle Üstadlarının tahliye gününü beklemeye başladılar.

Mahkûmların hapishaneden tahliye işlemleri öğleye doğru yapılırdı. Onlar bunu bildikleri için kuşluk vakti hapishâneye gidip Üstadı karşılamayı düşünüyorlardı. Tahliye günü sabahleyin erkenden kalktılar, namazlarını kılıp tesbihâtlarını yaptılar. Sabah dersine hazırlandıkları sırada tekerlek tıkırtısından evin önüne bir faytonun yanaştığını fark ettiler.

Pencereden baktıklarında Üstadın geldiğini görünce, onu karşılamaya geleceğini tahmin ettikleri büyük kalabalığın toplanmasına fırsat vermek istemeyen emniyet mensuplarının, onu sabahın erken saatinde tahliye ettiklerini anlayarak heyecanla dışarıya fırladılar.

Kendisiyle birlikte gelen iki polisin arasında faytondan inen Bediüzzaman, her zamanki gibi mütebessim, müsterih ve zindeydi. Zübeyir, Sungur ve Ziya sıra ile elini öperken o, polislere onları gösterdi.

“Bunlar Türk milletinin medâr-ı iftiharıdır” dedi.

Polisler gençlere bakarak bu manidâr taltifin sırrını çözmeye çalışırken Zübeyir, Üstadının koluna girdi, polislere yol gösteren Sungur ve Ziya da onları takip etti ve hep birlikte eve çıktılar.

Said Nursî, az önce talebelerinin sabah dersini yapmaya hazırlandıklarını görmüş gibi ‘Mahkeme-i Kübraya Şekva’ bahsini okuyup izah etti, talebeleri ile birlikte polisler de sessizce dinlediler.

Aslında polisler de biliyorlardı ona yapılanların haksız ve yanlış olduğunu. Lâkin ihtiyarları ile hareket etmekten ziyade kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri için oradan ayrıldıktan sonra sokağın başında veya girişteki terzi dükkânında diğer arkadaşları ile münavebeli nöbet bekleyerek ziyarete gelenlere mani olmaya çalıştılar.

Bilhassa ilk günlerde nöbeti sıkı tutarak uzaktan yakından gelen pek çok insanı geri çevirdilerse de Aydın’dan gelen Mehmed Efendiye mani olamadılar. Sungur hiç beklemediği bir sırada babasını karşısında görünce şaşırdı ve hemen Üstadın huzuruna çıkıp babasını takdim etti.

Sungur Ağabeyin babası, imam Mehmet Efendi Üstad Hazretlerine şu mesajı göndermişti:‘Mustafa’yı ebediyen sana vakfediyorum’

Sen Sungur’un babasısın.”

Bediüzzaman, hayret ifadeleriyle birkaç sefer tekrarladığı bu sözlerle karşıladı Sungur’un babasını. Aydın taraflarında imamlık yapan Mehmed Efendi de onun bu iltifatına elini öperek mukabele etti.

“Hocam, ben Mustafa’dan şikâyetçiyim.” diyerek söze başladı, sorduğu birkaç sorunun cevabını aldıktan sonra. Ardından, ona Aydın taraflarında beraber pamukçuluk yapmayı teklif ettiği hâlde onun kendisini dinlemediğinden yakındı.

Said Nursî, ebeveynlerin evlat üzerindeki haklarını anlatarak onun hislerini teskin etti. Sungur’a da, babası ile birlikte Aydın’a giderek bir süre kalıp gönlünü alması gerektiğini söyledi.

Sungur’un, söylediklerini dikkatle dinlemekle birlikte, yapmak hususunda kalben mutmain olmadığını hissedince, hizmet-i Kur’âniyenin ehemmiyetini anlatan bir ders yapıp annesinin ve çocuklarının onu kendisine vakfettiklerini hatırlattı.

“Alâküllihâl baban da seni bana vakfetmesi lâzım geliyor.” dedi.

Bu ifadeleri, çok yakında gerçekleşecek bir müjde olarak kabul eden Sungur, babası ile birlikte Aydın’a giderken ona Nur hizmetinin ehemmiyetini anlattı, bu hususta Üstada yardım etmenin lüzumunu izah etti ve kendisini ona vakfetmesini istedi.

Bediüzzaman’ın talimatı üzerine önce İzmir’e, oradan da İstanbul’a gidecek olan Sungur yanından ayrıldıktan sonra uzun uzun onun anlattıklarını düşünen ve isteğini haklı bulan Mehmed Efendi Isparta’ya geldi.

Maksadı, Said Nursî’ye oğlunu vakfettiğini söylemekti. Onun Emirdağ’a gittiğini öğrenince Sungur’a oradaki teybi açmasını söyledi. O teybi açıp mikrofonu verince güzel bir aşr-i şerif okuduktan sonra “Üstadım, efendim hazretleri. Mustafa’yı ebediyen sana vakfediyorum. Hiçbir hakkım yoktur.” diyerek ona mesaj bıraktı.

Ardından Emirdağ’a giderek ziyaret etti. Ondan, Ege’deki işinin olduğunun müjdesini alınca gidip imamlığa başladı. Sungur’un verdiği risaleleri okuyup anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bu yüzden ihbar edilip bazı sıkıntılara maruz kaldı ise de irtibatını kesmedi.

Said Nursî de Sungur’a “Şimdi sen babanla, aynen Nazif Çelebi ve Selâhaddin gibi, Mehmed Çalışkan’la Ceylân gibi oldun.” diyerek babasının hizmetlerinin makbul olduğunu ifade etti. Bu müjdeyi de alan Sungur, kendisini tamamen Risale-i Nur hizmetine verdi ve konuştuğu zaman risalelerden söz etmeye, bir yere gideceğinde de Üstadından emir almaya başladı.

Bediüzzaman, onun ihlas ve sadakatinden emin olduktan sonra daha önce yazdığı vasiyetnamelerinde varisi olarak tavsif ettiği talebelerinin arasına onun ismini de ekledi ve “İhtar var. Size Arapça’yı öğreteceğim, yarından itibaren Mesnevî-i Nuriye’den ders vereceğim” dediği Zübeyir, Ceylân, Tahirî, Bayram, Hüsnü gibi hayatının Üçüncü Said safhasının talebeleri arasına onu da dahil etti.

Üçüncü Said’in en bariz vasıflarından biri, memlekette yaşanan içtimaî gelişmeleri takip edip siyasî işleyişe yön vermeye çalışması idi. Bu faaliyetlerin merkezi Ankara olduğundan  orada Nur camiası adına o işleri takip edecek bir Nur Talebesine ihtiyaç vardı.

Bediüzzaman, daha önce İstanbul’da Eşref Edip’le, Av. Mihri Belli ile bazı görüşmeler yapan ve Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Efendiye iki takım Külliyat ile mektubu götüren Sungur’u Ankara’ya göndermek istiyordu. Sungur ise, kendisine verilen haricî vazifeleri hakkı ile ifa etse de Üstadının yanında kalmak ve münhasıran ona hizmet etmek istiyor, bu arzusunu da her vesile ile dile getiriyordu.

“Sungur, benim yanımda hizmet gümüşse, Ankara’daki hizmet altındır.”

Said Nursî’nin bu sözü, Sungur’un bütün şahsî arzularını dizginlemesine yetti. Üstadının her sözünü emir telakki ettiğinden hemen Ankara’ya gitti, küçük bir ev kiralayıp Nur medresesi olarak tanzim etti.

Kendisine o günlerde gönderildi Said Nursî’nin, hakkında yapılan ithamlara ve iftiralara cevap vermek maksadıyla yazdığı yazı. O da yazıyı çoğaltıp mebuslara, bazı devlet adamlarına, hükümet yetkililerine ve cemiyetin önde gelen kişilerine dağıttı.

Bununla iktifa etmedi, uygun görüldüğü takdirde yayınlanması ricasıyla Ankara’da ve Anadolu’nun bazı şehirlerinde neşredilen mahallî gazetelerin, dergilerin sahipleri ile yazı işleri müdürlerine de gönderdi.

Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesi, hükümetin siyasî baskılarının ‘En Büyük İsbatı’ olarak önce bu yazıyı yayınladı, ardından da Bediüzzaman’a yapılan keyfî muameleleri nazara verdi.

Bu yayın üzerine harekete geçen Samsun Savcılığı, Said Nursî ve o gazete aleyhine dava açtı. Gazetenin yazı işleri müdürü tutuklandı. Mustafa Sungur yazıyı gazeteye kendisinin gönderdiğini ifade eden bir dilekçe vermesine, gazete de bu dilekçeyi yayınlamasına rağmen Said Nursî de ifade vermek üzere Samsun Adliyesi’ne celb edildi.

Bediüzzaman mahkemeye, Emirdağ’dan Samsun’a gelemeyeceğine dair doktor raporu gönderdiği hâlde mahkeme, Ankara’dan gelen emir üzerine raporu kabul etmeyince o da deniz yolu ile Samsun’a gitmeyi düşünerek İstanbul’a geldi.

İstanbul’daki Guraba Hastahanesi’nden ona karadan, denizden ve havadan Samsun’a gidemeyeceğine dair heyet raporu verildi. Savcının, Said Nursî’nin getirilmesi talebini mahkeme reddedince ifadesi İstanbul’da alınıp gönderildi.

O günlerde vuku bulan ve gazeteci Ahmed Emin Yalman’ın yaralanmasına sebep olan Malatya Hadisesi’nin de tesiriyle gazetede yapılan arama sırasında Mustafa Sungur’un mektupları ele geçirilince Ankara’da tevkif edildi. Bir ay kadar Ankara Hapishânesi’nde tutulduktan sonra Samsun’a getirilerek hapsedildi.

Samsun Hapishanesi’nin ağır şartları onun hayatında hiçbir değişiklik yapmadı. Orada da bazı mahkumlarla birlikte namaz kılıp risale okuyarak ibadetlerine ve hizmetlerine aynı şekilde devam etti. Sadece, istediği zaman gidip Üstadına hizmet edememek gibi bir sıkıntısı vardı.

O hissini, “Size hakikî şakirt olamamaktan gelen elemim var. Acaba Risale-i Nur’un hakikî talebeliği ile kederlerden tasaffi etmiş ve eneden uzaklaşmış siz sevgili Üstadımızın tabiri ile, bir buz parçası hükmündeki enaniyetini havz-ı Nurda eritebilmiş ve bu suretle tasavvurunda hayalin bile aciz kaldığı muazzam Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin şerefi ile ve makamı ile müftehir olmayı ve ona tam şakirt olmayı ve o saadete tam girmeyi acaba Rahim-i Mutlak bana da ihsan edecek mi?”4 gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak telafi etmeye çalıştı.

Samsun Hapishanesi’ndeki koğuş arkadaşı, ‘İslâm’a bütün zerratı ile bağlı, temiz kalpli cesur bir insan olan Büyük Cihad gazetesinin yazı işleri müdürü Hüseyin Yücel’di. Bediüzzaman’ın “Ben onun ruhuyla anlaşma yaptım. Hapisteki her bir saatini bir ay risale yazmış gibi kabul ettim” dilerek fedakârlığını takdir ettiği o insanla on bir ay birlikte kaldı.

Tahliye edildikten sonra memleketine gidip biraz kaldı. Said Nursî; Zübeyir, Bayram ve Ceylân’la birlikte Isparta’da kiraladığı evde ikamet ettiği için Sungur da oraya gitti. Hapishanede çok eziyet çektiği için Üstad onu “Sana eziyet eden o savcı tokat yiyecek.” diyerek teselli etti.

Bir süre sonra savcının İzmir başsavcılığına tayin edildiğini öğrenince şaşırdı. 1956 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere yedek subay olarak Samsun’a gittiğinde, Ağır Ceza Reisi İsmail Hakkı Beye Üstadın selâmını söyledi. Ondan, kendilerine baskı emrinin Adalet Bakanı Şevki Çiçekdağ’dan geldiğini, onun da bir trafik kazasında feci şekilde öldüğünü öğrenince tokadı, müstahak olanın yediğini anladı.

Sungur, tekrar Ankara’ya gönderileceğini zannediyordu ama Bediüzzaman onu yanından pek ayırmadı. Kendisi adına yapılacak resmî görüşmelere ve içtimaî münasebetlere genellikle onu gönderdi.

Risale-i Nurlar Ankara’da Lâtin harfleri ile neşredilmeye başlanınca hem resmî muameleleri takip etmek, hem de tashih edilecek formaları getirip götürmek için Ankara’ya daha sık gidip gelmeye başladı.

Said Nursî, 1958 yılında Nazilli’de Nurcuların risale okurken yakalanmaları üzerine bazı gazetelerde koparılan asılsız yaygaralara cevap vermelerini istemesi üzerine, bazı  talebelerinin yazdığı yazının altında Tahirî, Zübeyir, Ceylân, Bayram ve Rüştü ile birlikte onun da imzası vardı.

O yazının teksir edilerek dağıtılması üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın başlattığı tevkif furyası sırasında o da yakalanıp kelepçelenerek Ankara’ya getirildi. Yaptığı latif nüktelerle ve anlattığı nezih fıkralarla hapishanede arkadaşlarının neşe kaynağı oldu.

Bediüzzaman Said Nursî’yi ve Risale-i Nur’u o vesile ile tanıyan Avukat Bekir Berk’in  müdafaası neticesinde tahliye edilince yine Eflâni üzerinden Isparta’ya döndü. Üstadının bazı seyahatlerine eşlik etti, gönderdiği yere gitti, emrettiği hizmetleri yaptı.     

O da diğer saf-ı evveller, erkânlar, hassü’l haslar gibi Said Nursî’nin etrafında hâlelenerek vefatına kadar yanından pek ayrılmadı. Onun verdiği “Fenâ-finnur” sıfatı da asıl ondan sonra tezahür etmeye başladı.

“BEN SUNGUR’U RUSYA’YA, TİFLİS’E GÖNDERECEĞİM”

Bediüzzaman Said Nursî böyle demişti, Samsun savcılığının talebi üzerine deniz yolu ile oraya gitmek üzere Emirdağ’dan İstanbul’a geldiğinde. O zaman Mustafa Sungur, Samsun Hapishanesi’nde idi. Orada on bir ay yattırtan sonra berat edip tahliye olmuş ve Üstadının yanına gelerek hizmetlerine devam etmişti. Üç sene sonra askerliğini Samsun’da yapmış, terhis olunca da Isparta’ya dönmüştü. Bediüzzaman onun askerliğini Samsun’da yaptığını öğrenince, “Ben seni Rusya’ya göndereceğim demiştim, demek bu mânâ imiş.”5 diye latife ederek karşılamıştı.

Samsun’un Karadeniz Bölgesinde bulunmasını, Karadeniz’in de Rusya ile Türkiye arasında sınır olmasını nazara alan Mustafa Sungur da o sözü hatırladıkça Üstadının, bu komşuluk münasebetini hatırlatarak kendisini taltif etmek istediğini düşünmüştü.

Çünkü o zaman Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adı altında dünyanın üçte birini istila edip insanlığı küfrün karanlığında boğmaya çalışan zalim, kanlı bir rejim olan Komünizmin mümessili idi ve Demir Perde tabir edilen o ülkelere girip iman mücadelesi vermek neredeyse imkansız gibiydi.

Onun için Sungur, Bediüzzaman’ın mekzur latifesinin istikbale ait bir tavzif olabileceğini pek düşünmediğinden o hayattayken her sözünü hatırladığı, her hatırasını hafızasına kaydettiği ve her vesile ile bunları nazara verdiği hâlde, o sözü pek medar-ı bahs etmedi.

Nur’un Kafkasya, Rusya, Orta Asya fütuhatının öncülüğü ona nasip oldu

Üstadının vefatından sonra ise, Nur hizmeti kendi içinde kısmî bir dalgalanmaya maruz kaldığı; Zübeyir, Tahirî, Ceylân, Bayram, Hüsnü, Abdullah ve diğer saff-ı evveller gibi Sungur da kendini Nur hizmetinin sükûnetini, istikrarını sağlamakla vazifeli bildiği için bütün gücü ile cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalıştı. Bu uğurda yolu yine sık sık karakollara, nezarethânelere, mahkemelere, hapishânelere düştü. Bazı Nur Talebeleri ile birlikte Mersin Hapishânesi’nde aylarca yattı.

Karşısına çıkan engeller bunlarla kalmadı. O da ekser saff-ı evvellerle birlikte cemaatin mahallî bir kesimi tarafından dâvâya ihanetle itham edildi, horlandı, dışlanmak istendi ve çeşitli sıkıntılara maruz kaldı.

Lâkin ‘fena-finnur’ olmanın verdiği mesuliyet hissiyle şahsına yapılan hakaretleri sineye çekip sadakatle hizmetlerine devam etti. Birlikte hareket ettiği Zübeyir Gündüzalp’in sadık, sebatkâr, cesur, müdebbir hareketleri sayesinde dalgalanma duruldu, cemaatin sükûneti sağlandı ve Nur hizmeti her sahada inkişaf etmeye başladı.

Bediüzzaman’ın ‘fena-fi’s-Said’ dediği Zübeyir, İstanbul’da kalıp Nur hizmetinin, onun koyduğu esaslar çerçevesinde sistemli ve istikrarlı bir şekilde işlemesini sağlarken Sungur, memleketi köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak müşfik tavrı ile hizmeti canlı tuttu, cemaatin fertlerinin ve hizmet mahallerinin birbiri ile irtibatını sağladı.

Böylece Said Nursî’nin; “Dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i, ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği hâlde bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-ı Kur’âniye ve imaniyedir” sözleri ile dile getirdiği ‘Sedd-i Kur’ânînin’ yapılmasına yardım etti.

Zübeyir Gündüzalp hayatta olduğu sürece cemaatin uhuvveti, ittihadı ve hizmetin istikrarının yanı sıra, onun müşfik tavrında da herhangi bir değişme olmadı. Herkes değişik mizaçta, karakterde, anlayışta olmasına rağmen bu farklılıklar meslek ve meşrebe yansımadı.

Gerçi o zaman da bu farklılıkları nifak unsuru hâline getirecek pek çok sebep zuhur etti, haricî parmaklar karıştı ise de cemaat, karşısına çıkan meseleleri ehil insanlarla istişare ederek aştı. Lâkin Zübeyir’in vefatından sonra, haricî tahriklerin neticesinde bazı iç hareketlenişler, mizaç farklılığından doğan gruplaşmalar ve ayrı hizmet teşekkül ettirme temayülleri tezahür etmeye başladı.

Böyle hareketler meydana geldikçe nazarlar Sungur’a çevrildi. O şefkati şiâr edindiğinden, Üstada sadakatsizlik ve Risâle-i Nur’a ihanet mânâsı taşımayan gruplaşmalara pek müdahale etmedi. “Allah, Risâle-i Nur’un bir rüknünü ihya eden her gruba hayat hakkı verir” diyerek şefkatinin hududunun, Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a sadakatle sınırlı olduğunu ifade etti.

Ne var ki, Risâle-i Nur’un mesleğine, meşrebine aykırı hareket etme maksadı taşıyanlara karşı ancak niyetleri alenileştikten sonra tavır koymaya çalıştığından, çeşitli sapmalara ve kopmalara mâni olmadı. Bazı kişilere ve gruplara karşı o şefkat hassasını ihlâl etti; bazı kişiler ve gruplar da onun gösterdiği şefkati istismar etti ise de tavrını pek değiştirmedi.  

Memlekette sağlam bir zemine oturan ve ferde de, cemiyete de güven veren Nur hareketi, yurt dışına açılıp demokrasi ile yönetilen hür ülkelerde faaliyet göstermeye başladığında, Sungur oralara da gidip destek verdi.

Risâle-i Nur hizmeti medar-ı bahs olduğu zaman ne engel tanıdı, ne yorgunluk hissetti. Her an harekete hazır bir vaziyette bekledi ve gelen her dâvete, uzak yakın, küçük büyük demeden icabet etti.

Fena-finnur olmanın verdiği hizmet şevkiyle dünyanın, Türkiye’ye çok uzak ülkelerini bile defalarca dolaştı, ama sınır komşusu olduğu ve Üstadı oralara göndereceğini söylediği hâlde Rusya’ya da, Tiflis’e de gidemedi.

Tâ ki, 1987 yılında Moskova’da Gorbaçov tarafından glasnost ve perestroyka hareketlerinin ilân edilmesiyle başlayıp, 1989’da Almanya’da Utanç Duvarı’nın yıkılmasıyla hızlanan Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar.

Mustafa Sungur, o zaman Üstadının mezkûr sözünün o ana ve şartlara münhasır bir taltif değil, istikbale matuf mühim bir tavzif olduğunu anlayınca, Bediüzzaman’ın o hedefinin henüz gerçekleşmediğini anladı.

Zîra 1910 yılında İstanbul’dan Van’a dönerken Tiflis’e uğrayan Bediüzzaman, Şeyh Sanan Tepesi’ne çıktığında, yanına gelip ne yaptığını soran Rus polisine medresesinin plânını yaptığını söylemişti.

Onun Bitlis’le Tiflis’i karıştırdığını zanneden polis, “Burası Tiflis’tir” diyerek İslâm âleminin perişan hâlini nazara verip söylediğini yapmasının mümkün olmayacağını ima edince de o tarihî cevabı vermişti:

“Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Tiflis’te medrese açmanın, Üstadın geleceğe ait bir hedefi olduğunu anladı bu sözü biraz mütalâa edince. Rusya’nın, o sözde belirtildiği şekilde takallüs ederek, yani kendi içine çekilip yıkılmasını, medresenin yapılmasının zamanının geldiğine delil saydı.

Said Nursî’nin, kendisini Rusya’ya ve Tiflis’e göndereceğini söylemesinin, zamanı geldiğinde bu işi yapma vazifesinin tebliği olduğunu hissederek hemen harekete geçti ve Demir Perde yırtılınca oraya ilk giren Nur Talebelerinden biri oldu.

Gerçi ondan önce çeşitli maksatlarla Rusya’ya giden ve gizlice Risâle-i Nur’u götüren Nurcular olmuştu. Fakat Sungur oraya münhasıran hizmet maksadıyla gittiği ve yaptığı her işi Risâle-i Nur adına yaptığı için onun gidişi diğerlerinden farklı idi.

Rusya’da Nur’un, Kafkaslarda ve Asya’da intişarının ilk merhalesiydi Tiflis. Oraya gidince Şeyh Sanan Tepesi’ne çıkıp Üstadının nazarıyla şehri temâşâ ettikten sonra, tepenin görüş menzili içinde bir yere ilk Nur medresesini açtı.

Ardından Azerbaycan’a geçti. Yıllardır komünizmin tasallutundan bıkarak mânevî bir melce arayan Azeriler; diline, üslûbuna âşinâ oldukları ve muhtevasına hasret kaldıkları Risâle-i Nurlara kucak açtılar. Azerbaycan’da, Nahçivan’da yeni bir Nur medresesi açmak için sadece Sungur’un veya onun gönderdiği bir Nur Talebesinin, o maksatla oraya gitmesi yetti.

Neticede, kısa zamanda Bakü başta olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerinde, kasabalarında onlarca Nur medresesi açıldı ve her birinde yüzlerce insanın iştirak ettiği Nur dersleri yapılmaya başlandı.

Rusya, Tiflis’ten ve Azerbaycan’dan ibaret değildi elbette. Mustafa Sungur da oralarla iktifa etmedi. Oradan ata yurdu Orta Asya’ya açıldı ve Sovyetlerin çöküşünden sonra hürriyetlerine kavuşan Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Tacikistan’da ve diğer Türk cumhuriyetlerinde ard arda Nur medreseleri açtı.

Bu hamleler neticesinde Kafkaslar ve Orta Asya da birer hizmet merkezi hâline geldiği için, Türkiye’de yetişen bazı Nur Talebeleri oralara gidip yeni Nur müdebbirleri yetiştirdiler ve her milletin, kendi hizmetine sahip çıkmasını sağladılar.

Artık sıra Rusya’ya gelmişti. Oraya giden Nur Talebeleri, önce Tatarlara anlattılar Risâle-i Nurları. Onların gayreti ve Sungur’un desteğiyle Moskova’nın Müslüman mahallelerinden birinde açılan Nur medresesini çok geçmeden başkaları takip etti.

Sovyetler Birliği’ndeki hizmet sahası, büyük deccalın ve âvenelerinin, yıllarca maddî mânevî tahribat yaptıkları yerlerdi. Devlet kademelerinde ve cemiyetin müessir yerlerinde de hâlâ pek çok mensupları faaliyet hâlindeydi. Bu yüzden Rusya’da Risâle-i Nurların intişarı pek kolay olmamakla birlikte, Nur Talebeleri, Süfyan tabir edilen İslâm deccalının ülkesindeki kadar büyük engellerle de karşılaşmadılar.

Gerçi orada da Said Nursî’nin bazı eserleri zararlı neşriyat tevehhüm edilerek yasaklanmak istendi, bazı Nur Talebelerinin faaliyetleri engellenmeye çalışıldı ise de birkaç mahallin dışında medreseler basılmadı, kitap okuyanlar hapse atılmadı, bütün risâleler toplatılmadı.

Bazı yerlerde Nur Talebeleri mahkemelere sevk edilip risâleler bilirkişilere inceletilmeye başlanınca, Rus aydınları ve gazeteleri ekseriyet itibariyle bu gibi yasaklama ve engelleme teşebbüslerine karşı çıktılar.

Türkiye’de, ancak elli yılda alınabilen mesafe Rusya’da on yılda aşıldı. Hâl-i hazırda bazı yerlerde mahkemeler devam ediyorsa da Özbekistan’ın dışındaki ülkelerde Nur medreselerindeki  hizmetlere ve Nurların matbaalardaki neşriyatına pek müdahale yok.

Bediüzzaman Rusya’nın geleceğini, “Dinsiz bir millet yaşamaz. Rusya dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir” sözleri ile tebşir etmişti.

Şimdi, Rusya’da; Mustafa Sungur’un gayretleriyle harekete geçen Türk, Tatar, Rus, Azerî, Türkmen, Özbek, Tacik, Gürcü, Abaza, Çeçen, Çerkez ve sair mahallî ırklara mensup Nur Talebeleri, o musalaha ve tebaiyetin zeminini hazırlıyorlar.

Bir gün “Sungur, bende öyle hastalıklar var ki, bir tanesi sende olsa yerinden kalkamazsın” demişti Said Nursî. (…) seksenini aşan Sungur’da öyle hastalıklar var ki, bir tanesi herhangi bir insanda olsa, o kişi yerinden kalkamaz(dı). Buna rağmen o yerinde durmuyor(du). Üstadı gibi  hastalıklara meydan okuyarak hizmet ediyor(du).

“Üstadla hayatının sonuna kadar beraber olmuş bu zat, Üstadın vefatından otuz sene sonra bile sanki o anda onunla beraber yaşıyor gibi hatıraları capcanlı. Her fırsatta Üstaddan bahsediyor, sözleri saf bal gibi akıyor. Aramızda lisân engeli olmasına rağmen konuşması hiçbir usanç vermiyor. Çünkü o dil ile konuşmuyor. Açılan kalbinin kanatları ile konuşuyor. Şevkinde, Üstada olan sevgi ve saygısının derinliği her hâlinden okunuyor.”6

Yıllar önce Bediüzzaman Sempozyumu için Türkiye’ye geldiğinde tanıştığı Sungur’un, Said Nursî’ye ve Risâle-i Nur’a olan sadakatini bu ifadelerle dile getirmişti, Iraklı Arap âlimlerinden Prof. Dr. İmadüddin Halil Bey.

Mustafa Sungur hâlâ aynı ahvâl içinde.
İnşallah hep öyle de kalacak.

Zîra, fenâ-finnur olmanın iktizası bu hâl.  

Dipnotlar:
1- Şuâlar s: 487.
2- A.g.e. s: 476.
3- Dâvâm s: 64.
4- A.g.e. s: 82.
5- A.g.e. s: 80.
6- Rahmi Erdem. Bediüzzaman ve Alperenleri. İstanbul, Timaş Yayınları 2005 s: 81.

(İslâm Yaşar’ın “Nur Talebeleri – Güneşin Renkleri” kitabından alınmıştır)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*